Ebedi yeniyetme ile öksüz yeğeni

“Bir gün ıssız bir adaya düşsen yanında kimin olmasını isterdin? Babanın mı yoksa benim mi?”

Manchester’da yaşayan 30’larındaki Lee’nin küçük yeğenine sorduğu bu soru, aslında kendi kaderinin hem özetidir, hem de yönlendiricisi… Böylesine sıradan bir cümle handiyse bütünüyle bir insanın karakterini nasıl resmedebilir? İşte 2016 tarihli Yaşamın Kıyısında’nın (Manchester by the Sea) adlı filmi izlediğinizde bu soru üzerine tekrar düşünmek durumunda kalabilirsiniz.

Lee’nin bu sihri nereden mi geliyor? Baştan başlayalım:

Adamımız Lee bir çeşit gizli işsiz. Bir mesleği falan yok aslında. Fakat tam bir beceriksiz sayılmaz. Kapıcı takılıyor. Aynı zamanda çalıştığı toplu konutun ufak-tefek tamirat-tadilât işleriyle uğraşıyor. Ne ki müşterileri tarafından zaman zaman şikâyet edilmekte çünkü adap-erkâna uymak pek onun tarzı değildir. İçinden geldiği gibi davranmayı ve canının istediği gibi konuşmayı bir çeşit kişilik alâmeti hâline getirmiştir.

Yani saftır; evet.

Ama belki de değildir.

Kadınların dilinden de zerre anlamamakta elbette. Zaten kadınların dilinden anlayana bilge diyoruz. Arabayı park ettiği yeri unutan birinden söz ediyoruz sonuçta.

Donanımsız Beatnik

İçinden geldiği gibi yaşama… Evet, bir çeşit beatnik gibi. Ama ailelisi falan. Üç çocuk hatta.

Bir gün kalp hastası ağabeyi ölür. Yeniyetme yeğeni ortada kalır. Çünkü annesi zaten çoktan evi terk etmiştir. Kısaca amca-yeğen, cenaze arifesinde birbirleriyle baş başa kalır. Lee de yalnızdır. Onu da karısı terk etmiştir; tahammülfersa bir felâketin akabinde. Üstelik ağabeyi de vasiyetinde oğlunu kardeşinin yanına almasını istemiştir. Geçim meseleleri dâhil birçok şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüştür ama Lee’nin Boston’u terk ederek baba ocağına dönmek istemeyeceğini hesap edememiştir. Çünkü Lee için buraları hatıra ambarı demek.

Bu zorunlu bir aradalık nasıl bir ilişki doğuracaktır acaba? Şartlar çetindir çünkü. Tek göz odada yaşamak gibi. Her iki tarafında da eksiğini ötekiyle telâfiye soyunacağı bir kaynaşma mı yaşanacak, yoksa geçmişin tortularının sorumluluğunu yekdiğerinin üzerine yıkma gayesi barındıran bir çatışma mı?

İlk temas beklenmedik biçimde insani ve sıcak yaşanır: Birbirini yeterince tanımamaktan dolayı ortaya çıkan bir yanlış anlama ve ardından gelen sevimli mutabakat. Zamanla elbette. O zamana değin de bol bol çatışma; ufak çaplı tabii ki.

Bitmeyen Alışamamışlık

Her iki taraf birden fark etmese de artık baba-oğul hâline gelmişlerdir çünkü. Ve pek belirginleşmemiş bir ortak payda: hayata karşı bir alışmamışlık tavrı… Yeğen henüz yeniyetmedir; alışmamışlık hakkıyken ya Lee Amca’daki beceri eksikliği? Ebedi yeniyetme belki de. Yahut çoğunluğun sevdiği tarzda söyleyelim: İçindeki çocukla barışıklık. Fakat fazlasıyla. Bütün NLP numaralarının ortak paydası bu değer niçin bir çeşit zaaf hâline gelebilir ki? Güzel bir soru ama sizi şöyle alalım: Yaşamın Kıyısında’ya!

Film hakkında alışılmadık bir tespit: Garip ama gerçek; Yaşamın Kıyısında adlı film, hiç de filme benzemiyor; gerçeğe benziyor. Nasıl olur mu? Şöyle: Ancak gerçek hayatta rastlanabilecek titizce seçilmiş insani ayrıntılarla.

Ne türden beklenmedik ayrıntılar mı bunlar? Örneğin film boyunca sürekli Lee’nin niçin böyle bir küçük adam modunu seçtiğini sorgular dururuz. Yeri geldiğinde can yakıcı bir dille öğreniriz ki, en sevdiği üç varlığı, üç çocuğunu bir gece yangınında kaybeden Lee için hayat artık bir oradan oraya sürüklenmeden ibarettir. Başka ne yapabilirdi ki! İntiharı bile becerememişken. Ne önemi vardır ki gerisinin.

“Ben Hep Yedek Oyuncu Kaldım”

Evet, inanılması zor bir isabetsizlikle Türkçeye Yaşamın Kıyısında gibi isabetsiz bir isimle çevrilen Manchester by the Sea, yeryüzünün en zor işlerinden birine sıvanıyor, küçük adamın hikâyesini anlatmaya. Üstelik hiç de küçük olmayan bir etkileyicilikle.

Biz ne kadar ona ters anlamlar ve değerler yüklemeye gayret etsek de aslında sinema bize bir hikâye anlatır. Tıpkı roman gibi, destan gibi veya masal. Şiir hatta.

Yaşadığımız hayatın kimi tortularının ağırlığını hafifletir bazen bu hikâyeler, bazen de hayatımıza küçücük de olsa kimi anlam kırıntıları katar. O yüzden de zaten tıpkısının aynısını yaşadığımız bir hikâyeyi okumak, dinlemek, izlemek; yaşantılamışlıktan başka bir tarzda etkiler bizi. Dışarıdan bakarız meselâ. Yahut tersi: Tam içeriden!

O yüzden bir filmi beğenirken, tuhaf gelecek ama aslında içeriğini öncelemeyiz; başkalarına içeriğini anlatmadan edemesek bile. “Şöyle etkilendim; böyle çarpıldım”dan başka ne söyleyebiliriz ki? İyi bir filmi izlemeyenlere anlatmak, ister-istemez içeriğe gömülmek demek; çoğunlukla ötesini dile dökemediğimiz için. Hatta ötesini dile dökmeye niyetlendiğimizde, filmden çok, kendimizden söz etmek zorunda kalmaktan çekindiğimiz için. Hâlbuki bizim içimizde yer eden şey, filmin içeriği değildir; o içeriğin ne türden ifade kalıpları içerisinde, hangi anlatım olanaklarına başvurularak ve elbette en önemlisi de nasıl anlatıldığıdır. Ona çarpılırız biz. Bizdeki kopmak istemeyen mest hâli bundan… Filmin o tarafını dile getirmenin zorluğu, bizi mevzu cephesine sürer.

Bu açıdan baktığımızda Yaşamın Kıyısında, sıradanlığın ve olağanlığın ihtişamı diye özetlense yeri.

His Aktarabilmek

Bir gece yangınının külleri arasından çocuklarının cesedinin çıkarılmasına şahit olmak az bir acı değildir. Üstelik kazaya sebebiyet veren sizseniz. O yüzden Lee’nin avukatın odasındayken yeğeninin vesayetini üstlenmek için Manchester’e geri dönmek zorunda kalması şartını ısrarla reddetmesini hissetmek gerek. İşte bu hissi izleyicisine aktarmayı başardığı için, göze batmayacak kadar küçük ayrıntılarla örülü bu filmi izlerken, hayatın hay-huyunun katılaştırdığı yüreğinizde bir şeylerin çatırdamasına şaşmamak gerek. Çünkü ne başta Fransız Sineması olmak üzere Avrupa Sineması’nın örneklerinde, ne de dünyanın öbür kültürlerinin ürettiği sinema anlayışlarında, olağanlığın ve sıradanlığın, büyük bir titizlikle işlene işlene küçük bir mücevhere dönüştürülmesi mahareti sıklıkla karşımıza çıkmamakta.

Yönetmen hikâyesini lineer bir tarzda anlatmaktansa, Memento’daki gibi fazla dallanıp budaklandırarak kafa karıştırma aşamasına taşımadan, yeter miktarda git-gellere başvurarak, hikâyenin olağan akışı yerine, ‘şimdi’den hareket ederek, şimdiki hâlin duygu durumunu temellendiren veya bütünleyen geçmişteki olaya gitme tarzında bir anlatımı tercih etmiş. Hiç de kafa karıştırmıyor bu anlatım çünkü neyin şimdide, neyin geçmişte yaşandığını hiç karıştırmadığınız gibi Lee’nin o durumda hangi saiklerle öyle hareket ettiğini kavrıyorsunuz böylelikle.

Tabiiliği Korumak

Yani Lee aslında o sığ, saf, sıradan ve vasıfsız eleman modunda takılırken yalnızca çevresindekilere değil, kendine de fevkalâde inandırıcı bir oyun oynamaktadırın keşfi…

Bir aktör için tabiiliğini muhafaza etmek öylesine zordur ki.

Hele cenaze töreni için kilisedelerken eski karısı tarafından kucaklanırken Lee’nin tavana doğru yönelttiği bakışlarındaki tahassüs… Bütün o küçük acılarla yoğrulu geçmişin, yangını doğuran kazaya sebebiyet vermenin, böylelikle yalnızca çocuklarını değil, karısını da kaybetmenin ıstırabını yansıttığı gözlerinin beyazının hâli… Gözbebeği değil, gözbebeğini çevreleyen o beyaz çemberden söz ediyoruz. Telâfisi imkânsız pişmanlıklarla örülü o kavisli çemberi, evet.

Kenneth Lonergan’ın yazıp yönettiği ve Casey Affleck ile Michelle Williams ve Lucas Hedges’ın başlıca rollerini paylaştığı filmin bedenine hususi terzi elinden çıkma gömlek gibi oturan klâsik müzik seçimini de atlamamak gerek.

***

Yeni Moda Türk Düğünleri

Bahar ayları evlilik mevsimidir bizde aynı zamanda. Nişanlar, düğünler, kınalar…

Fakat dikkat edin, insanlar kendi düğünlerinden çok Şaraton’da, Çırağan’da yapılan düğünleri hatırlıyorlar artık.

Bu mekânlarda evlenebilme bahtiyarlığına erenlerin bahtiyarlıklarından bir hayal hüznü kadar pay alıyorlar. Gelinlerin ayakkabılarını süsleyen pırlanta taşlarını, gelinliklerinin hangi modacının tasarımı olduğunu, düğün organizasyonunu yapan firmayı, seçkin davetli listesini, patlatılan şampanyaları ve toplam maliyeti hatırlıyorlar. Kendi düğünlerini hatırlamıyorlar hatta hatırlamak bile istemiyorlar. Çünkü “Düğün dediğin böyle olur” diye düşünüyorlar.

Düğün merasimleri, diğer pek çok merasim gibi bir toplumun, topluluğun yapısını resmeden unsurlardan biri. Modern ya da geleneksel olan, çoğu kez iç içe yaşıyor. Modern dediğimiz formlar toplumsal yapı içine daha ziyade ekonomik ilişkilerin yönlendirmesi ile giriyor. Düğün törenleri de modern toplumun sektörel yanına hizmet eden bir evrilme yaşıyor. Değişim, iyi mi kötü mü sorgulaması yapılmaksızın sanki kent yaşamının doğası gibi algılanıyor. Düğün törenleri de ya imkânsızlıkların kısalttıkça kısalttığı, içi boşalmış, anlamı yitip gitmiş, dakikalara sığdırılmış bir meşakkate ya da büyük bütçeli, tantanalı balolara dönüşüyor. Toplumumuzun çoğunluğu, düğün ile değil 10-15 dakikalık gitmeye değmez düşüncesi uyandıran nikâh töreniyle dünya evine giriyor.

Upuzun etekli ama belli oranda dekolte gelinlikler… Gelin hanım geleneksel değerlerin hâlâ korunduğu bir aileden de gelse o gün onun günü ya, gelinlik alabildiğince cüretkâr çizgilere sahip. Duvağı ona kutsal hale olmuş gibi, günahtan beri imiş gibi… Topuz yapılmış saçı ve omuzlarını açıkta bırakan gelinliği ile belki de hayatının en anlamsız pozunu veriyor. Aslında olmak istediği şeyin bir müsveddesi olarak ne kadar da güzel buluyor kendini. Bir nikâh salonunda, 10 dakikada kıyılıveren o nikâh, hastalıkta ve sağlıkta ömür boyu birlikte olacakları ailenin ilk gününe tarih düşüyor. Önüne, Hristiyani bir adet olan bekâret simgesi bebek kondurulmuş ve çiçeklerle, kurdelelerle süslenmiş gelin arabasında evin temeli atılmakta.

Tuhaf ama. Çok yaman bir çelişkiler kumkuması yeni moda evliliklerimiz.