Derdini anlatırken görsel numaralara ihtiyaç hissetmeyen, ağır ama aynı zamanda da meraklandırıcı bir tempoda akan eski usûl bir film izlemek istemez miydiniz? Spotlight‘a buyrun.
Spotlight‘daki olaylar 1976’da Boston’da kayıtlara geçen elbette gerçek bir olaydan hareket etmekte. Ve o vakitten beri defaatle tekrarlanan benzer gerçek olaylara dayanmakta.
Gecenin bir saati Boston’daki bir mahalle karakolunda iki çocuk ve annesi ile bir piskopos, emrinde çalışan bir rahip hakkında konuşmakta, onu hiç de dini olmayan bir konuda iknaa çalışmaktadır. Rahibi cemaatten uzaklaştırma ve her hâlinden sefalet akan kadının çocuklarıyla ‘ilgilenme’ vaadi karşılığında kadın ikna edilir. Suçlanan rahip ve piskopos aynı şık arabaya binip gecenin karanlığında kaybolur.
Her şey tereyağından kıl çeker gibi beylik benzetmesindeki gibi çözülmüş gibidir; her zamanki gibi yani. Bundan önce binlerce kez yaşandığı gibi.
Gazetecilik mesleğinin filmi
Spotlight görünürde bir gazetecilik filmi. Boston’da, Bostonlular tarafından çıkarılan ve handiyse yerel bir gazeteymiş gibi çalışan Boston Globe adlı kurum NY Times tarafından yakın bir tarihte satın alındıktan sonra gazetenin başına merkezden bir amir atanır. Yıl 2001.
Bu yeni amir, yeni atandığı kurumdakilere “Ben geldim.” demek ister ve olağan şartlarda gazetecilerin pek iplemediği, vak’ayı adiyeden saydığı bir taciz haberinin üzerine gitmek ister. Gerekçesi hazırdır: Rahip zaten daha önceden bulunduğu cemaatlerce çocuk taciziyle suçlanmıştır; hem de altı kere. Rahibin bilinen taciz çentiklerinin sayısı 87.
Merkezden atanan yeni amir, yerel gazetecilerin zıddına, sessiz ve sakin görüntüsünün çağrıştırdıklarına taban tabana ters, aslanın ağzından haberi çalacak bir yapıda. O yüzden de hiç sakınmadan gazetesinin Spotlight adlı ekibini bu uzun soluklu habere odaklar; yeri geldiğinde Katolik Kilisesi’ne dava açar. Bu ise abonelerin %53’üne dava açmak demek handiyse.
Biraz yükselme hırsı, biraz kendinden sözettirme tutkusu ve azıcık da gazetecilik refleksi ile ekip işe koyulur ve… Dakika bir, gol bir: Rahibi koruyan kardinal de aslında suçlananlar arasındadır.
Katolikliğin tarihi = Sistematik tacizin tarihi
Türk sosyologlarının bayıldığı biçimde söyleyelim, kurbanların sosyoekonomik durumu ise hep aynı. Garibanların belli yaşlardaki çocukları, üç yıllık zamanaşımı süresi hesaplanarak seçilir ve bu menfur amel, sürüp gider. Zaten bu şartlarda bir rahibin suçlanması olanaksıza yakın.
Başka bir ifadeyi deneyelim: Dünyanın tek hukuk filmlerini üreten kültürünün hukuk anlayışı, düpedüz kiliseyi korumaktadır. Haydi bir rahip suçlandı diyelim, suçlu bulunsa bile ona kesilen ceza da 20 bin dolarcıktır yalnızca. Ha, o parayı da kilise ödüyor zaten.
Filmle aynı adı taşıyan ekibin attığı her bir müspet adıma karşın kilise, gazeteninkiyle karşılaştırılamayacak büyüklükteki imkânlarını kullanarak dev adımlarıyla karşı hamleler hazırlamakta, taraflar keskin bir biçimde birbirlerine ağır ağır savaşa doğru giden bir cepheleşmeye sürüklenmektedir.
Kilisenin kudret eli
İlginç nokta şu: Kilisenin kudret eli sanıldığından da kuvvetlidir. Çünkü kilise, gazetenin içine bile sızmış, vakti zamanında kimi haberlerin çıkmasını engellemiş, yahut yalapşap çıkmasını sağlamıştır. Tabii film boyunca biz bir o editörden, bir öbür amirden şüphelenip duruyoruz.
Asıl dudak uçuklatıcı ayrıntı, mahkemelerde gizli celselerde görülen davalarda daima mağdur yakınları ile rahipler bir anlaşmaya vardıkları hâlde, bu anlaşmanın kayıtlarının tutulmaması. Yani gerçek hayatta yaşanan bütün o taciz ve tecavüz olayları, resmen hiç yaşanmamıştır. O yüzden de kilisenin verdiği “Artık o rahibi aramızda barındırmayacağız.” sözü de lâfta kalıyor. Çünkü her rahip başka bir bölgeye, herhangi bir suçla itham edildiği için değil, “hava değişimi” veya “acil durum ataması” gibi adlar altında kaydırılıyor. Suçlanmadan.
Rahip de her gittiği yerdeki cemaatle menfur emellerine berdevam.
Ama gazetecilik meseleleri bu işin bahanesi. Filmin esasını belirtmiştik.
Laik-Klerik savaşı
Ân gelir, belli bir aşamadan sonra da geri dönüşün ortadan kalktığı o eşiğe ulaşılır: Laik-Klerik Savaşı başlamıştır!
İlginçtir, rahiplerin seçtiği her çocuk aynı türdendir. Anne-baba ayrı veya baba ölü, fakir ve korunmasız… Demek ki tercih sebebi cinsi değil, tamamen sınıf kökenli etmenlere dayanıyor. Meğer Katolik Kilisesi’nin dini inançlar gerekçesiyle cinsellikten uzak durma inancı, uygulamada en iyi oranla ancak %50 oranında başarılı olabilmekteymiş.
Tahmin edileceği gibi Spotlight ekibi meseleyi araştırdıkça konunun aslında ne denli büyük bir yara olduğu günyüzüne çıkar; yalnızca kilise değil, adalet kurumu da en az eğitim ve siyaset kurumu kadar bu meselede suç ortağı konumundadır.
Yalnızca bu sayılanlar mı? Amaçları başka bile olsa kurbanların en yakınları; komşuları, akrabaları, hatta ebeveynleri de dolaysız veya dolaylı suç ortağı hâline gelmekte, dini inançlarını korumak için kiliseyi de korumak, böylelikle suçu görmezden gelmek zorunluluğu hissetmekteler.
Küçük bir ayrıntı: Ekipteki herkes aslında Katolik olarak yetiştirilmiştir. Neredeyse hepsi için kiliseden uzaklaşmak, tanrıdan da uzaklaşmak anlamına gelmekte.
Oyunbozanlık düzeyinde bir ipucu hâline getirmeden ifade edelim: Rahip tacizi kurbanlarından birinin anlattığı kendi başından geçen olay ve bunu nasıl değerlendirdiği, yalnızca Katoliklerin veya Hıristiyanların değil, bence bütün ilâhiyatçıların, insanın tanrıyla ilişkisi bağlamında kavraması zorunlu çok önemli ayrıntılar barındırmakta.
Din örgütü mü, suç örgütü mü?
İlginçliklerin sonu gelmiyor ki! Meğer kilisenin menhus eli öylesine güçlü bir ahtapot hâlini almıştır ki bir kolu da bizzat gazetenin içerisindedir.
Dünyanın en büyük ticari işletmelerinden biri, hatta bir başkente ve devlete sahip biricik “şirket” durumundaki kilise, çocuklara yönelik cinsel taciz ve hatta tecavüz suçlularını korumak için, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş bir kurumdan başka bir şey değildir.
Filmde özellikle öne çıkarılmadığını söyleyeceğimiz hususlardan biri de, adaletin tecellisi için uğraşıyormuş görüntüsü veren gazetecilerin de, yeri geldiğinde, sırf öteki gazeteleri atlatabilmek için bile hukukun olağan işleyişine müdahaleye yeltendiğine şahit olabilmekteyiz. Kimse tamamen masum değildir yani.
Taciz ve tecavüz bu oranda kurumlaşmışsa rahiplerin mağdur olmaması da düşünülemez elbette.
Peki, yalnızca pek bilinmedik ve sinemanın, edebiyatın, tiyatronun nedense hiç el atmadığı bir konu diye mi film böylesine merakla izleniyor? Değil elbette! Bu tür filmleri çuvallamaktan kurtaran en önemli kişi yönetmen kuşkusuz. Elinde iyi bir senaryo varsa tabii. Bir de oyuncuların performansı.
Spotlight‘ın yönetmeni Tom McCarthy. Yönetmenin de el attığı senaryodaki diğer isim Josh Singer. Michael Keaton, Mark Ruffalo ve Rachel McAdams gibi isimlerin oyunculuklarına toz kondurmak mümkün değil.
Hikâyesini anlatırken lâzer silâhlarına, atlamalara, zıplamalara, patlamalara; görsel numaralara ihtiyaç hissetmeyen, ağır ama aynı zamanda da merak uyandırıcı bir tempoda ilerleyen, ağırbaşlı akan eski usûl bir film izlemek istemez miydiniz? Spotlight‘a buyrun.
***
‘Diyanet’ten ensest fetvası’ mı dediniz?
Çocuk istismarı… Daha az kibarca ama daha sahici bir ifadeyle çocuklara tecavüz… İnsanın tüylerini diken diken eden, etmesi beklenen bir… durum diyelim.
Yalnızca bizde değil, dünyanın her tarafında dinadamlarının hataları da, günahları da, sıradan bir insanın hatasından ve günahından başka türlü değerlendirilir. Haklılık payı barındırsa da bu, aslında din adamı denilen insan tipinin, alttan alta insanlığını, nefsini inkâr anlamı taşımıyor mu?
Belki işte tam da bu yüzden bizde aslında din adamı diye biri yok; öyle bir meslek yok. Cumhuriyet’e kadar yani. Geçelim.
Geçtiğimiz günlerde ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı’na yönelik çocuk taciziyle, hatta daha acısı, çocuk ensestiyle ilgili bir iddia yaşandı. Ayrıntısına girmeyeceğim. Yalnız dikkatinizi çekmek istediğim husus şurası: Farkında mısınız, “uygar dünyadan” en önce İtalya’dan ses geldi. Katolik Mezhebi’nin (Varın siz ona Katolik Dini deyin; hata işlemezsiniz.) kalbinden.
Bütün dünyada çocuk tacizi ve hatta çocuk tecavüzü vak’alarının bir numaralı kurumu Katolik Kilisesi’nin doğduğu topraklardan ilk sesin çıkmasını nasıl değerlendireceğiz? Ünlü Lâtin heyecanı açıklamasıyla mı yetineceğiz, yoksa yerli işbirlikçilere siparişi veren merci diye kuşkulanmaya devam mı edeceğiz?
Bunlar başka mevzular. Biz filmimize bakalım. Ama bir tarafa da not edelim.
***
Harika taşıtlar, harika sonuçlar
Ülkemizdeki en zor işlerden biri doğru dürüst çocuk kitabı bulmak. Tuhaf bir ikilemle karşı karşıyasınızdır: Çocuğunuza alacağınız kitabın içeriğinden asla emin olamazsınız. Ebeveynler bilir; daha düne değin her yerde satılan Dindar Kedi adlı kitabın, ismine inat barındırdığı kazığın mahiyetini. Oralara girmeyelim. Çocuğunuza alacağınız kitabın tasarımından, dilinden, kalitesinden, baskısından, görselliğinden, resimlerinden emin olacağınız durumların çoğunda içeriğine dair kuşkunuzda neredeyse daima haklı çıkarsınız.
Tersine, içeriğinden eminseniz, dilinden, görselliğinden, basımından, tasarımından müşteki kalırsınız.
Çocuk yayıncılığıyla uğraşan ama şeytanın bacağını da kıracak yayınevlerine şiddetle ihtiyaç var. İş Bankası gibi kurum yayınevleri asla bu boşluğu dolduramaz. Bu iş daha başka hassasiyetler taşıyan yayıncıların vazifesi. Fakat ‘arada’ bir örnek kabilinden Harika Taşıtlar – Çıkartmalı Eğlence adlı çocuk kitabı anılmalı. Uzman görüşü de bu yönde zaten.
Kitap eline geçtiği ândan itibaren her tarafını hırpalayan, elbette bu arada evdekilere defalarca satır satır okutan, çıkartmalarını odasının duvarlarına, sandalyesine ve benim kitaplarıma yapıştıran “uygulamalı çocuk kitapları uzmanı” oğlum Lütfi bu konuda benimle hemfikir.