Çok para iyi sinema getirir mi?

Sinema dendiğinde artık akla ilk ne gelmekte? Doğru, karşılık muhatabın aklına göre değişir ama aklı belirleyenlerin başında artık sinema da geldiğine göre sarih ve sabit bir karşılık beklemek hakkımız.

Varsayalım ki bu karşılığı ‘sektör’ olarak aldık. Peki sinemanın sektörleşmesiyle kastedilen nedir? Sinemanın paranın hükümranlığına tabi olması mı yoksa para olmaksızın sinemanın kendi rüştünü, dahası varlığını kabullendirememesi mi?

Sinema ve para ilişkisinden söz edildiğinde akla ilk gelen, köfte hesabı:

ne kadar para, o kadar sanat. Acaba para cephesindeki fazlalığın, sinemanın lehine geliştiği kabulü ne kadar tutarlı? Üstelik böyle kabul edildiğinde son derece düşük prodüksiyonlu ama sanat düzeyine yükselebilmiş sinema ürünlerini nereye oturtmak gerekir?

Belki başka sanat ve entelektüel etkinlik alanlarında bu ilişkinin belirgin bir düzeyi kayda değer bir evreye kadar geçerli ama sinemada pek öyle değil. Sinemada çok para hiç de çok sanatı, dolayısıyla iyi filmi doğurmuyor.

Kimileyin yapımda masraftan kaçınmama, çoğun ülkemizde gösterime giren Hollywood filmlerinde olduğu gibi gösterişli, bol efektli, gözü etkileyen, heyecan tırmandıran, izlerken görselliğiyle mest ettiren sahneler ortaya çıkarabilir ama bu sahnelerin tümü, hiçbir zaman iyi sanat anlamına gelmiyor. Çünkü sanat ne görsel efektler demek, ne de gözü okşayan dekorlar… Hele insanı şaşırtan, heyecandan heyecana sürükleyen sahneler hiç değil.

‘Değer’ artıkça bütçe arttı

Sinemanın yüz yılı aşkın yaşını dikkate alan her sağlıklı zihnin teslim edeceği bir gerçek var: Bir filmin prodüksiyonu için ayrılan parayla ortaya çıkan filmin değeri arasında çok ciddi bir ilişki var. İşte bu ilişkiyi deşmek, insana ilginç kimi keyifler verebilir. Biz de sinema olgusuna bir de bu gözle bakmayı deneyelim.

Sinemanın icat edildiği ilk dönemde, onun bir gün dünyanın bütün toplumlarını

derinden etkileyecek, insanların günlük hayatlarını, giyim kuşamlarını, neredeyse oturup kalkmalarını bile yönetecek bir yönlendirme mekanizması olacağı kimsenin aklına gelmemişti. O yüzden de sinema, ilk yıllarda hem saygınlıktan çok uzaktı hem de paradan; hem yatırım açısından hem de kazanım. Saygınlıktan çok uzaktı çünkü sinema, yalnızca bir lümpen eğlencesi, bir çeşit hokkabazlık gösterisi olarak anlaşılıyordu. Bu yüzden de, insanların ona gösterdikleri ilgi artsa da bu ilgi hep geçici bir züppe merakı olarak değerlendirildi. Züppe merakı olarak görülen ve hokkabazlık gösterisiyle eş tutulan bir şeye de herhalde büyük sermayedarlar ciddi paralar yatıramazdı.

Fakat işin hiç de göründüğü gibi olmadığı az bir zaman sonra farkedildi. Çünkü başta çocuk ve kadınlar olmak üzere her sınıf ve ırktan insanlar, her kültür düzeyinden değişik beklentideki kişiler sinemadan ciddi biçimde etkileniyor, hatta onunla yatıp kalkıyor, onunla ilgili konuları konuşuyor, onu düşlüyordu.

Bu gelişme, filmin prodüksiyonuna yatırılan paranın pek zaman geçmeden, büyük miktarlarda geri dönüşünü de beraberinde getirdikten sonra sermayedarlar için yekinecek bir durum kalmamıştı. İşte asıl o zaman, ciddi sermayedar sinemaya ilgi gösterdiğinde sinema ne kadar büyük olduğunu, kendisiyle ilgilenenleri de ne kadar büyütebileceğini gösterdi. Daha 20 yıla varmadan, o zaman için çılgınca görünen rakamlar filmlerde harcanmaya, günün şartlarında hiçbir masraftan kaçınmamaya başlanmıştı.

Kazlar tavukları sever

Hangi sermayedar kaz gelecek yerden tavuk esirger ki!

Gerçekten de kendisinden esirgenmeyen şişkin tavuklarla beslenen sinema hemen altın yumurtlamaya başlamış, daha ilkgençlik yıllarına ulaşmamışken hem Avrupa’nın önemli merkezlerinde hem de Amerika’da kendine uygun mükemmel besi alanlarına kavuşmuştu. Stüdyo adı verilen bu film üretim çiftliklerinde, bir zaman sonra hangi filme ne kadar para yatırılması, hangi yönetmenin ne kadar desteklenmesi, hangi oyuncuyla nereye kadar gidilmesi gerektiğinin bir çeşit ilmi de geliştirilmişti. Hatta işi yalnızca büyük sermayedara hangi filme oynamasını söyleyerek hayatını kazanan, yatırım danışmanı denilen meslek erbapları bile ortaya çıkmıştı.

Artık sinema yalnızca çok para getirmiyor, aynı zamanda ilk yılların tersine, ciddi biçimde itibar da kazandırıyordu. Birçok yönetmen ve yapımcı orta-üstü sınıflarda saygın yerler edinirken, oyuncular da halkın gönlünde taht kurmaya başlamıştı.

Fakat bütün bu kazanımların en önemlisi, bir filme para yatırmak ve bir süre sonra da belirli bir miktarda kâr devşirmek değildi. Çünkü asıl önemli ve etkili olan başka bir yoldu: ünlü aktörlerin oynadığı ve kitlelerin ilgi göstermeden edemediği bir filmin içerisine kimi dolaylı reklâmlar yerleştirmek. Bu reklâmlar hiç de ilk akla geleceği gibi markalar değil ürünlerdi. Örneğin bugün neredeyse herkesin giydiği askılı atletler, ilk kez genç Marlon Brando’nun On the Waterfront / Rıhtımlar Üzerinde’de giydiği ve onun tüm dünyaya yaydığı bir ürün. Amerika’nın sembolü hâline gelen Coca Cola ve patlamış mısır ya da cips için de aynı uygulamayı birçok filmde görebilirsiniz.

Yine de bu kategoride en ilginç örneklerden biri, 90’ların en çok iş yapmış filmlerinden birinin, neredeyse her üç dakikasında bir yakılan sigaralardı. Bu filmin adı Angel Heart’tı ve filmde şeytan rolünü oynayan Robert de Niro’yu kovalayan Mickey Rourke, olduk olmadık yerde bir Camel yakıyor, girdiği birçok mekânda ya masanın veya sehpanın üstünde aynı sigara duruyordu. Bu açık reklâmın nedeni de çok açıktı: Firma, filmin sponsoruydu.

Gülümse, Gol!

Hem sinemanın oluşturduğu bu evrensel ve etkileyici dili, hem de sinemanın ekonomi politiğini daha iyi anlamak için bir örnek üzerinde durmaya çalışalım ve komedi türünü ele alalım. Fakat sinemada işin gelişmesini daha iyi kavramak için önce tiyatro ve edebiyatta komediye bir göz atalım.

Tiyatroda yalnız komedinin değil öteki birçok bulvar tiyatrosu türünde önemli olan kriter, tiyatro sanatına katkı değil, o ân salonda varolan izleyiciyi memnun etmek olduğu için iş biraz daha kolay gibidir. Hele zamanımızda, olaya biraz da belden aşağılık ekleyince alkış almamak imkânsız. Küçük kelime oyunları, gündemdeki birkaç olaya görünür biçimde yapılan atıflar, göze batırıcı oyunculuk trükleri ve coşkun hareketler, bir de karakterlerdeki abartı izleyiciyi sarıp sarmalayabilir. Hele buna bir de izleyiciyle iyi bir iletişim kurmayı güçlendiren birebir ilişki, yüzyüzelik ve bunun getirdiği canlı ve sıcak atmosferi ekleyince çok rahat sonuç alınabilir.

Fakat sinemada durum bu kadar kolay değil. Bir kere tiyatronun sağladığı sıcak atmosferden yoksunluk, sinemacıya, izleyenini çok daha başka biçimlerde etkileme zorunluluğu yükler. Gerçi burada da gagların avantajları ya da insanların yüzüne pasta fırlatma gibi formülleri devreye almak mümkün ama yine de açıkçası hem gagların çeşitliliği, hem de pasta fırlatma benzeri formüllerin sayısı öyle pek de fazla sayılmaz. Üstelik tiyatroda belirli bir izleyiciye seslenildiği için o kitlenin dilinde kelime oyunları, küçük tekerlemeler devreye sokulabilir ama sinemada buralardan yardım almak olanaksız. O yüzden de sinemanın elindeki ilk ve en güçlü silâh, görüntüler üzerine kurulu olmak zorundaydı.

Sonlardan Son Beğen

Bugün Amerikan sinemasının komedi türünde ulaştığı düzey, öylesine ince elenip sık dokunan bir aşamalar zinciri ki, bu aşamalardan biraz olsun haberdar olmak, Amerikan komedilerinin niçin bunca tuttuğunu anlamada hayli yardımcı olabilir. Çünkü bir Amerikan komedisi, birçok başka türde olduğu gibi, genellikle üç farklı sondan oluşur. Bunlardan biri Amerikan halkı içindir ve bu versiyonda film, tüm filme yayılmış olan neşeli bir atmosferde biter. Çünkü yıllardır yapılan araştırmalar, Amerikan filmlerinin mutlu sonla bittiğinde daha büyük takdir aldığını göstermekte.

Avrupa için çekilen versiyonda ise filmin sonuna biraz duygusallık, biraz kültürel doku, biraz da naiflik eklenmeye çalışılır. Çünkü yine yapılan araştırmalar, Avrupalı izleyicinin mutlu ama boş bir son yerine, ciddi ama inandırıcı bir sonu tercih ettiğini göstermekte. Üçüncü ve son versiyon ise dünyanın öteki ülkeleri içindir ve bu versiyon, duruma göre acı bir sonla bile bitebilir. Mutlaka sonuçta bir ya da birkaç öğüdün yeralmasına çalışılır.

Benzer farklılıklar, güldürü filmlerinin kimi sahneleri için de geçerlidir. Örneğin yüze pasta fırlatma sahneleri Batı dışı toplumlarca çok beğenilmediği için bu sahneler kısa tutulur. Yine örneğin Meksika ya da Uzakdoğu toplumlarının zevklerine uygun sahneler eklemek ya da herhangi bir ülke halkının kültür ve beğenisine uymayacak sahneleri çıkarmak, o çok tutan Amerikan filmlerinin gizli olmayan sırlarından yalnızca biri. Bütün bu ince ayarlar ise tek bir hedefe yönelik: filme yatırılan paranın birkaç katını kazanmak.

Üç kuruşluk ‘Kasaba’

Asıl ilginç olan şu: kimi filmlere neredeyse hiç para yatırılmaz; bazen hiç para yatırılmadığı hâlde dünyanın parası kazanılır. Sinema tarihinde böyle filmlerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değildir. Yakın zamanlardan verilebilecek örneklerden biri, daha ilk çalışmasıyla kimi çevrelerde dahi kabul edilen Quentin Tarantino’nun Reservoir Dogs/Rezervuar Köpekleri adlı filmi. Bu film, neredeyse sudan ucuza maledildi ama bugün bile gösterime girmekte ve yapımcısına para kazandırmaya devam etmekte. Benzer bir iyi örneği bizde de görebiliyoruz. Geçtiğimiz yıllarda kotardığı Kasaba adlı ilk filmiyle hem yurtdışında hem yurtiçinde birçok ödül kazanan Nuri Bilge Ceylan, bu filmini handiyse harçlıklarını biriktirerek çekmişti.

Bir filmin kalıcı olması veya beğenilmesi, o filmin prodüksiyonundaki masrafla hiç de yakından ilgili değildir diyebilmek için yüzlerce örnek verilebilir. Örneğin Jim Jarmush, filmlerinin neredeyse tümünü çok düşük maliyetlerle çekmiş olmasına karşın adı saygıyla anılan bir yönetmen olmayı başarmıştır.

Çok rahatça tahmin edilebilir ki bu ilkenin tersi de geçerli. Gerçekten de sinema tarihinde milyonlarca dolar yatırıldığı hâlde hiç iş yapmayan onca film var ki.

Demek ki sinemanın ekonomi politiğinin birçok formülü var ama bu formüller arasında, ne kadar para yatırırsan o kadar kazanırsın diye bir ilke yer almıyor. Fakat

Hollywood gibi işi sektörleşmeyi beceren ortamlarda ise sinema, son tahlilde mutlaka kazandıran bir etkinlik.