Dünyanın yaşayan en büyük fantastik realist (düş gerçekliği) ressamlarından biri…
“İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda misafir hoca olan Anton Lehmden tarafından keşfedilmeseydi ne olurdu?” sorusu takılıyor kafama. “Beethoven bir yerli kabilesinde doğsaydı belki Beethoven olmazdı ama kesin kabilesinin en iyi tamtamcısı olurdu.” sözünü hatırlıyorum ardından. Deneç ‘kabilesinin’ en iyi tamtamcısı mı?
Lehmden, misafir hoca olarak bir yıllığına bile nasıl olup da Türkiye’ye geldiği anlaşılamayacak bir ressam. Henüz 33’ündeyken ünlü ve büyük bir sanatçı ama belki de düş gerçekliği sanatçılarının tümünde varolan Doğu merakı yüzünden… Erol Deneç, öğrenciler arasındaki gözdesi… Yaptıklarına hiç karışmayan, yönlendirmek şöyle dursun, yalnızca takdir ifadeleri sarf etmekle yetinen, açıkçası Deneç’e övgüler düzen, belki de hayran olan bir hoca. Yıl sonunda birkaç resmini emanet alarak Viyana’ya gider ve bu resimleri mutfağına asar.
Kendilerine Wiener Schule adını taktıkları ve o dönemlerde Beatles kadar ünlü düş gerçekliği resim grubunun kurucusu ve Lehmden’in yakın arkadaşı Ernst Fuchs, bir gün onu ziyarete gelir ve mutfaktaki resimleri görünce gözlerine inanamaz:
— Kimin bu resimler?
— Bir Türk’ün; öğrencimdi.
Hâlâ gördüklerine inanamayan Fuchs, “Sen” der Lehmden’e, “Dahiyi bulmuşsun da nasıl farketmezsin!” Hâlbuki Lehmden de dehayı çoktan fark etmiş, hatta Türkiye’den ayrılmadan ona kendisini dâvet edeceğine dair söz bile vermiştir ama ne ki böyle bir sorumluluğu üstlenmekten çekindiği için davetinde gecikmiştir. Resimleri gören ve uzun uzun seyretmekten kendini alamayan Fuchs, ilk iş olarak Deneç’e bir mektup yazar ve çalışmalarını Wiener Schule sanatçılarının ürünlerine benzettiğini, eğer ünlü olmak istiyorsa evinin kendisine açık olduğunu söyler. Tren biletinin yanına bir miktar cep harçlığı eklemeyi de unutmaz.
Viyana kapılarında
Hâlbuki Deneç ne Wiener Schule sanatçılarından haberdardır, ne de düş gerçekliği resim anlayışından; fakat çalışmaları kendiliğinden bu anlayışta.
Ve Deneç’e tanıdıkları yardım eder ve ver elini Viyana. Marangoz babasının kendi elleriyle çattığı ahşap valizi elinde Fuchs’un malikânesinin kapısını çalar. Mevsim kıştır ve her yer kar kaplı olmasına karşın kar bile açık bir müze hâline getirilmiş Viyana’nın güzelliklerini örtememektedir.
Viyana’nın güzelliklerini temaşa etmektense kendi güzelliklerini tasvir etmeyi seçen ve bir ân önce sergi açmaya hazırlanan Deneç, dil bilmemenin de etkisiyle üstadının evine kapanır; gün boyu ya dışarıyı seyreder veya resim çalışır.
Bir gün hocam dediği Fuchs’a sorar:
— Hocam, sizce benim sanatımın yeri neresidir?
Fuchs’un cevabı şu:
— Erol, sen belli bir yere gelmiş dünyadaki on sanatçıdan birisin.
Aynı Fuchs, Türkiye’ye döndüğünü öğrendiğinde de:
— Ne yaptın Erol? O harika sanatına yazık ettin. Seni orada kim anlar?
Diye sızlanacaktır.
Böyle bir insanın bu ülkede niçin anlaşılamayacağını biraz daha yakından ele almaya ne dersiniz?
Kadırgalı Erol’dan dünya ressamlığına
Erol Deneç 9 Şubat 1941 İstanbul Kadırga doğumlu. Babası Manisa Akhisar kökenli bir marangoz. Annesi Bolulu. Mütevazı şartlarda geçen bir çocukluk. Daha küçük yaşlardan başlayarak babasının marangozhanesinde ona yardım eder. Fırsat buldukça, mobilyaların üzerindeki ceviz kaplamaların üzerindeki desenlere ve o desenlerdeki dünyalara dalıp gitmeler… Babası o yaşlarda ona sık sık, “Oğlum, sen ne garip çocuksun.” der çünkü küçük Erol birçok şeyden derinlemesine etkilenir; çoğun kendi dünyasına kapanır ve o dünyada bulduklarıyla kendine özgü dünyasını yeniden yaratır.
Hele müzik… Başkalarının en çok şöyle bir hüzünleniverdiği şarkılardan o cidden etkilenir, hatta gözyaşı döker; babası tarafından da “Oğlum, erkek adam hiç ağlar mı?” diye paylanır. Aslında babası da bir musikişinas ve virtüöz. Hele babası keman çalıp söylediğinde hiç dayanamaz. Arap ve Hint müziğine tutkun. Bir de keman konçertoları…
Üç dört yaşlarındayken bir gün yakın bir komşularına ziyarete giderler. Misafir gittikleri evdeki küçük kızın babası çocuğuna renkli kalemler almış. Bu renkli kalemleri gören küçük Erol, onlara kelimenin tam anlamıyla âşık olur; hem de yıldırım aşkı. İçinden “Ben bu kalemleri elime geçirirsem onlarla bir şeyler yapabilirim!” der. Çünkü ne resimden haberdardır henüz, ne de resim çalışmaktan. Ne ki kendisinin bilmediğini ruhu bilmektedir. O çocuk aklıyla ne yapıp edip o kalemlere sahip olmayı hedefler. Ve başarır da. Fakat babası şiddetle mahcubiyet duyar; geri de veremez. O kızgınlıkla oğlunu dövmeye yeltenir; tam elini kaldırmışken o hızla cama vurur ve elini keser. Kader razı değildir çünkü o buluşma, tarihin beklediği bir buluşmadır. Bunu hisseden baba seyyar satıcıdan, portakalların sarıldığı pelür benzeri kâğıtlardan bir tomar satırı alır ve oğluna verir. .
İlkokuldan önce akademi
Öyle de olur. Küçük Erol o kâğıtlara pipo içen, kravatlı erkek yüzleri, şaşkın kadın suratları ya da rastgele buruşmuş çarşaftaki kırışıklıkları, duvardaki lekelerin oluşturduklarından esinlenerek bütünlediği resimleri çizer: Düpedüz akademik çalışmalardır bunlar. Başkalarının yirmi yıl sonra çizebileceklerini o aynı yetkinlikle okuma-yazma öğrenmeden çizebilmektedir.
Baktıklarının ilk ânda görülen şeklinin dışındaki asıl şeklini, biraz yoğunlaştıktan sonra, fark edebilen ressam bakışı. Artık o duvardaki lekeler bir canavara, o kendiliğinden buruşmuş çarşaf, içinden ırmak geçen bir doğa görüntüsüne dönüşebilmektedir; küçük Erol’a kalan da onu çizmek.
Ardından okul yılları… Kadırga İlkokulu sonrasında Gedikpaşa Ortaokulu… Pek başarılı bir öğrenci değildir tüm okul hayatı boyunca. Bunda kişiliğinin özel yapısıyla birlikte kuşkusuz hocaların dersleri sevdirmemesinin payı da büyük. O yüzden de lise öğrenimi için özellikle kolay bir okul seçer: Matbaacılık Meslek Okulu.
Bu arada resim hiç gündemde yok; yeni merak müzik: hem yoğun bir dinleme hem de icra. Kendi kendine öğrenilen keman, ud ve diğerleri. Okul bitince, matbaacılıktan gelmeleri alan birkaç okuldan biri olan Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’na kaydolur. Bu arada resimle bağ neredeyse kopmuş durumda. Ergenlikten başlayarak neredeyse hiç çizmez; dolayısıyla ressamlık aklının ucundan bile geçmez. Peki ne olacaktır? Bilinmez; tam bir karanlık.
İşte bu karanlık dönemde rastlanılan, daha doğrusu ona rastlayan Anton Lehmden. Böylelikle resim merakı yeniden alevlenir. Hocasının ne tür resim çalıştığından hiç haberi yoktur, öte yandan onun tarafından yakın takibe alınır. Dahi, hocasına gösterdiği resimleri genellikle tebessüm ve teşvikle karşılanır; o kadar. Ne bir öneri, ne de başka türlü bir yönlendirme. Çünkü hocasına göre Erol Deneç zaten kendi yolunu çoktan bulmuştur. Örneğin konu bir elma yapmaksa herkes bir elma resmi çizerken o elmayı ısırdıktan sonra çizer. Konu balık yapmaksa başkaları balığı tabağın üzerine koyarak öylece kendisine konu kılarken o balığı yarar, iç kesiklerin ayrıntılarını resmine ekler.
O yıllarda çok küçük ebatlı resimler çizer Deneç. O sıralar dünyada böyle bir anlayış yok. Ama 3-5 santim ebadındaki bu resimler için aylarca çalışır. O resimleri nasıl çizdiğine bugün kendisi bile şaşmakta.
Konuları içekapanıklık olguları ve düşler; doğadaki renkleriyle nesneleri tuvale yansıtırken duyarlılığının süzgeçinden geçirdiği biçimiyle aktarır resmettiklerini.
Bir gecede gelen şöhret
Okul biter ama ne bir iş, ne de bir uğraş. Bu arada Alman Kültür Merkezi’nde 1962’de ilk sergisini açar. Avusturyalı hocasının davet sözünü ciddiye almış, onu beklemekte. Zaman zaman bir haber var mı diye okula uğramanın dışında eve kapanış. Ve Fuchs tarafından sergi açmak üzere Viyana’ya çağrılış.
Ernst Fuchs’un doğduğu ve ünlendikten sonra devlet tarafından döşenerek müze hâline getirilmiş evinde, sanatçının misafiri olarak 5 ay kalır. Bir zamanlar babası Yahudi, annesi Alman bir aileden gelme fakir biri olan Fuchs, bugün Rolls Royce’un ortaklarından. Dehası tescillendikten ve ünlendikten sonra Fuchs kendini dünyanın farklı yerlerindeki yeteneklere galerisinde sergi açmaya ve onları tanıtmaya adar.
Hamisinin galerisinde ilk sergisini açmaya hazırlanan Deneç, Viyana’daki ilk günlerini bütünüyle eve kapanarak ve resim çalışarak geçirir. Bir gün aklına düş gerçekliğinin ne menem şey olduğunu kurcalamak gelir ve bir fikir edinmek için Fuchs’tan sergideki resimlerden birini ister. Fuchs’un cevabı nettir:
— Gerek yok. Sen ondan çok daha iyisin.
Sonuçta Viyana’ya gittiğinden beş ay sonra 1965’te ilk sergisi açılır. Ne ki ilk sergisine gitmez. Açılışın yapıldığı gece 11’de kaldırılır ve “Erol, Galeri Fuchs böyle bir şey bugüne kadar yaşamadı; nasılsan hemen öyle gel. Herkes seni bekliyor.” diye apar topar galeriye sürüklenir. Ortalık ana-baba günü… insanlar, ellerinde büyüteçleri, hayran hayran o minicik resimlere bakmakta.
Beş parasız ünlü
Ertesi günü Viyana’da dolaşırken insanlar ondan imza ister. Ne ki sanatına yönelik ilgi yalnızca takdirle sınırlı kalır. O dönemlerde Paris’le birlikte sanat kenti sayılan Viyana’sındaki sanatseverler bu takdiri bile isteye teşvik aşamasına taşımazlar. Çünkü bilirler ki bu adam bir sanatçı da olsa yabancıdır; üstelik bir Türk’tür.
Sergi istisnai bir ilgi görür ve bir ay açık kalır ama yalnızca tek bir tablosu satılır bu süre zarfında. Böylelikle yoksulluk ve yoksunluk günleri sürer gider. Fuchs’un evinde beş ay kaldıktan sonra “Bunca misafirlik yeter.” der kendi kendine ve oradan ayrılır. Sergisini gezmeye geldiğinde tanıştığı sakat olduğu için binemediği atlara âşık, biteviye at heykelleri yapan -bir heykeltıraşla- birlikte, savaş sırasında Rus askerleri tarafından harabeye çevrildiği için terk edilen 80 odalı bir şatonun sekseninci odasında kalmaya başlar. Yoksulluk dizboyu. Çevredeki çiçeklerin yapraklarını topladıktan sonra kâğıda sürerek, sonra da kalemle de suluboya havası vererek çalışır. Bu şatoda geçen ve günler geceler boyu süren çalışmalar…
Ne ki yıl 1967 olduğunda açtığı sergideki tüm eserler kapış kapış satılır.
Bu arada pasaportunun süresi çoktan bittiği için, sırf vize alabilmek amacıyla Fuchs’un aracılığıyla Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nde Prof. Pauser’in atölyesine kaydolur. Zaten formaliteden ibaret öğrenciliği, bir süre sonra hocasının, “Benim sana öğretebileceğim bir şey yok.” demesiyle, yalnızca arada bir gerekli imzaları atmak için okula uğramaya dönüştürülür. Aynı okul kendisine 1967’de master derecesini de verir.
Viyana dışında Zürih, Hollanda, Polonya, Almanya gibi Avrupa’nın değişik yerlerinde oturmuş. Hatta uzun bir süre yedi haneli bir köyde yaşamış: yalnızca resim ve müzik… Bir Pazar günü insanların çok uzak yerdeki kiliseye gitmelerinden etkilenerek din merakı uyanır ve ilkin Hint mistisizmi, ardından da tasavvuf… Yıllar önce hakkında söylenen, ‘resim yapan sufi’ sözünü gerçekleştiriş…
Üsküdar’da hem de.