Baştan söyleyelim: Asgar Ferhadi’nin Foruşende/Satıcı adlı son filmi, bambaşka bakış açılarıyla çok farklı yorumlanabilecek bir film. Üstelik hem olağan bir seyirlik, hem de ruhunuzu spatulayla kazıyan bir derinlikte anlam kuyusu.
Yine de izleyicisini korumaya ve hatta kollamaya gayret eden bir yapım. Nasıl mı? Bir buçuk saat içerisinde sizi eğlendirmekle yetinmeyen filmler, çoğun daha başından size ihtar çeker: Ciddi bir yapımla karşı karşıyasınız! Bu filmi izlemenin bir bedeli vardır. Filmin sonuna kadar sizden azami bir dikkati ve yoğun bir bilgi birikimini titizlikle ve yerinde kullanmanız beklenir.
Yorulursunuz böyle bir filmde; kafanız çatlarcasına ağrır belki ama jenerik akarken buna değdiğini kabul edersiniz.
Ferhadi’nin Satıcı’sı bu kategoriye giren ama ilginçtir, çok daha merhametli bir tarzda tasarlanmış bir yapım. Ne mi demek istiyorum? Şunu: Filmi dilerseniz yalnızca dış yüzünde kalarak da keyifle izleyebilirsiniz.
Satıcı’nın Derdi Var
Günümüz İran’ında, ‘şeytan Amerika’nın en ünlü çağdaş oyun yazarı Arthur Miller’in Death of Salesman/Satıcının Ölümü adlı oyununu sahnelemeye çalışan yarı amatör bir kumpanyanın, oyuna hazırlanma ve nihayet sahneleme süreci ile aynı dönemde gerçek hayatlarında gelişen olayları paralel bir tarzda ele alıyor film. Sırf bu açıdan bile Satıcı, defaatle izlenmeyi hak eden ince zekâ pırıltılarıyla yüklü: Oyunun o sahnesindeki hangi olay, filmin izlenen sahnesindeki hangi olayla ne türden bir akrabalık yahut tezat teşkil etmekte?
Film aslında özellikle de satıcı Willy’yi oynayan İmad ile karısı Linda’yı oynayan Rana’nın, oyunun sahneye konması sürecinde yaşadıklarına odaklanmakta. Şahap Hüseyni ile Terane Alidosti’nin canlandırdıkları; genç, aydın, orta sınıf, çocuksuz ama mutlu karı-kocanın yaşantıları, yeni taşındıkları daire yüzünden altüst olur. Bu mutlu orta sınıf tablosu, özellikle de Rana için birden kâbusa dönüşür. Çünkü taşındıkları dairenin eski kiracısı, geleni-gideni bol, kötü yola düşmüş bir kadındır. Tuhaf bir biçimde bu kadının günahlarını genç çift de paylaşmak durumunda kalacaktır.
Nasıl mı?
İçi Kavuran Kuşkular
Bir gün genç kadın, kocası zannederek kapıyı bir yabancıya açar ve akabinde kendisini hastanede bulur. Yalnızca bedeni değil, ruhiyatı da harap olmuştur, yaşantısı da. Kocasından bile korkmakta, yalnız kalamamakta, habire kendisini sorgulamaktadır. O esnada tam olarak ne olmuştur?
Elbette aynı soruyu kocası da sormaktadır. Üstelik yalnızca içten içe. Şüphe sarmalı ruhunu allak-bullak etmektedir. Bir de şu: Karısının rızası var mıydı acaba?
Yakın geçmişin bu üstü örtülen sırrı, günbegün çifti birbirinden uzaklaştırmakta, şüphe girdaplarına boğmaktadır.
Elbette filmin görünürdeki birinci katmanından söz etmekteyiz burada.
Filmin bu katmanı, her izleyeni çemberinin içine hapsedecek denli etkileyici bir his, merak ve ruh burkuntusu harmanı barındırmakta.
Ne ki zahirin bir de ötesi var: görünenin göstermek yerine ima ettiği anlam boyutu…
Görünenin İma Ettiği
Şimdi filmden azıcık uzaklaşalım ve bu özel örneklerin çağrıştırdığı genelliğe, günümüzün sevilen ifadesiyle ‘büyük resme’ bakmayı deneyelim:
Basından yansıyan görüntünün, yani atom bombası yapmanın eşiğine gelmiş İran imgesinin tersine, ülkeyi tanımayanların, her nasılsa öyle anlayamayanların, özellikle de Tahran’ı görmeyenlerin kabul etmekte zorlanacakları, inanılması zor bir husus var: İran ‘eski’ bir diyar… Serapa bir eskimişlikler diyarı… ‘Tarihi’ mi demek istiyorum? Alâkası yok. Bizim zıddımıza İran, tarihiyle barışık, ben idraki kuvvetli, özgüveni yüksek bir toplum.
Bir başına dünyaya meydan okuyacak miktarda hem de.
Peki buradaki ‘eski’den kasıt ne? Belki köhnemişlik… Zaman ve mekâna özgü kendini yenileme sorumluluğunu yerine getiremememişliğin beraberinde getirdiği yıpranmışlık… Aslında görece yeni bir şehir durumundaki Tahran’da bile bu havayı hemencik alabilirsiniz; koklayabilirseniz tabii ki.
Ve her İran aydınının zihnini kurcalayan, çoğun uluorta telâffuzu sakıncalı, yakıcı bir soru: Yakın geçmişte tam olarak ne oldu? İmad’ın sorusunu (Belki de sorununu demeliydim.) biraz olsun hissedebildiniz mi?
Şimdi benzer soruyu bir de kendimiz için sormaya niyetlensek? Bu ülkede yaklaşık yüz yıl önce tam olarak ne oldu?
İran için 35 yılla sınırlı benzer tarihi dilim, bizim için handiyse yüzyıla tekabül etmekte.
En iyisi biz filme dönelim.
Sistem Karşısında Birey
Gelelim filmin ikinci katmanına…
Her ne kadar film, bir tiyatro oyununu, yani klâsik ifadesiyle toplumun aynası bir sanat ürününü, o kültüre kökten düşman bir ülkede sahneye koymaya odaklansa da seçilen oyunun niteliği üzerinde durmak şart.
Miller’in Satıcının Ölümü metni, aslında II. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış Amerikan toplumunun kendisine yeni bir yön arama çabasını, bir birey üzerinden anlatmayı deneyen, sistemin (kapitalizm) istekleri ile o sistemin belki de en küçük parçası (birey) ama aynı zamanda da mükemmel temsilcisi bir satıcının beklentileri arasındaki tarif ve telâfisi zor çatışmanın destanı.
Aynı zamanda da bir karar ânının gerilimi: Hangi yöne gitmeliyim? Geçmişin izinden mi yoksa geleceğin beklentilerine cevap verecek yenilenmelerle mi yola devam etmeliyim? Willy’nin birey çapındaki bu sorusu, elbette toplum olarak Amerika’nın da sorunuydu 1940’larda. Bu soruya Willy’nin bulduğu karşılığı da, Amerika’nın seçtiği yolu da artık biliyoruz. (Sahiden biliyorsak.) Bilindiği gibi Willy intihar eder ama sistem onun kanıyla palazlanır.
İmad kendisine nasıl bir yol seçecektir acaba? İçini kemiren sorulara karşılık bulabilecek, karısıyla ilgili kuşkularını giderebilecek mi? Dahası saldırganı bulabilecek mi? Bulduğunda ne yapacak? Yaptığıyla hem onu cezalandırabilecek, hem de içini ferahlatabilecek midir?
Yakın Geçmişimizin Geleceği
Demek ki Satıcı, aslında gizliden gizliye çağdaş bir Hamlet uyarlaması aynı zamanda… Shakespeare’in eserindeki mesele, babanın katilinin kimliğiyle ilgili sorguydu. Katil zanlısı handiyse “Ben buradayım.” diyordu Hamlet’te. Buna rağmen Hamlet somut kanıtlar bulmak, içindeki kuşkuları verilerle susturmak istiyordu. İntikam hissi ile eylem cesareti arasında yaşadığı tereddüdün gerilimi, oyunun belkemiğini teşkil etmekteydi. Satıcı’nın İmad’ı ise saldırgan kadar karısından da kuşkulanmaktaydı handiyse. Hayatını allak-bullak eden o gece tam olarak ne olmuştu?
Satıcı filminin bu üçüncü katmanındaki eşdeğer bir başka mesele de, yeni zamanların dünya çapındaki başka bir sinema dehası Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’nda gördüğümüz gibi bir derin sorgulama… Nuri Bilge Ceylan filminde Türk toplumunun son 250 yıldır sürdürdüğü ve henüz cevabını tam olarak bulamadığı meseleyi işlemişti: Türk kimdir? Bizi ötekinden ayıran özellikler nelerdir? Biz bir zamanlar neydik? Şimdi neyiz? İyi bir hâlde miyiz? Yakın geçmişimizde tam olarak ne oldu da bu tuhaf ve hastalıklı hâldeyiz? Geleceğimiz ne olacak? Kim bu konuda ne önermekte? Bu uğurda ne yapabiliriz?
Çok basit gibi görünen bu esaslı sorular, Kış Uykusu’nu aynı zamanda bir varoluş filmi hâline getirmekte. Çünkü Türk Tiyatrosu’nun tarihini yazma derdindeki aktör Aydın tipinin asıl meselesi, hayatta kısmen tutunamamasını, karısıyla da, kız kardeşiyle de, arkadaşlarıyla da, kısaca dış dünyayla iletişimindeki asıl dert, bir hüviyet meselesinden başkası değildi. Yani çağdaşlaşma macerasının hızla Batılılaşmaya, oradan da Avrupalılaşmaya evrilmesiyle ortaya çıkan kimlik bunalımı.
Yenilik İsteği, Yenilenme Korkusu
Ferhadi’nin Satıcı filmindeki aktör ikilisinin meselesinin, Kış Uykusu’ndakiyle ayrıştığı husus şurası: Birinde özünden koparılmış ve dünyaya yabancılaşmış toplumu örnekleyen tipleri yansıtan karakterler, öbüründe özünden koparılmadığı hâlde, yakın dönemde yaşadığı büyük değişimin henüz hazmedilmemiş, (Doğrusu, yakın bir zamanda hazmedilecekmiş gibi de görünmeyen…) sarsıntısı, kısmen devam eden yabancılaşma hissi… Neye yabancılaşma? Kendisine! Şaşırtıcı belki ama tarihine, evet. Ve elbette geleceğine.
Belki şöyle özetlemek mümkün: Günümüz İran aydını, Aydın’daki geçmişinden koparılmışlığın doğurduğu kimliksizlik hissinden farklı olarak, ‘şimdi’nin rahatsızlığından hareketle bir gelecek tasavvurundan mahrum kalmanın ıstırabını derinden yaşamakta: yenilenme korkusu.
O yüzden de İmad, karısının, yani mahreminin, başka bir ifadeyle ‘şimdi’sinin ‘ne’ yaşadığını anlamlandıramıyor bir türlü. Sürekli tereddüt hâlinde. Eve giren yabancı, (Dikkat! Yabancı! Kısmen Amerika, kısmen Avrupa…) karısına tam olarak ne yaptı? Tecavüz mü etti? Yoksa karısı, çıkan arbededen dolayı mı banyoda düşüp yaralandı? İçini kemiren bu soru, İmad’ı tam anlamıyla gündelik yaşantıda bile acizleştirmekte. Yapması gerekeni yapamamakta. Örneğin öğrencileriyle arası iyiyken, (Evet, İmad aslen edebiyat öğretmeni…) yeni daireye taşındıktan, yani oturduğu ‘eski’ evin temelinden sarsılmasından sonra yaşadığı beklenmedik yenilik (yeni dönem) sonrasında uyuyamaz. Hatta yiyip içemez. Karısıyla (Evet, öteki yarısıyla yani.) arasına görünmez bir duvar örülmüştür.
Kendileri örmedi belki bu duvarı ama kabullendiler; mecburiyetten.
Ne ki bu yeni durum en hafif ifadeyle huzurlarını kaçırdı. Geçmişten şimdiye taşınan bu belirsizlik, yaşadıkları hayat kadar geleceklerini de kararttı. Örneğin çocuk yapmak niyetlerini ertelemek zorunda kaldılar. Üreyememek=varolamamak.
Kış Uykusu’nda Nuri Bilge Ceylan, geçmişin yüklerinden kurtulmak için alttan alta, birey düzeyindeki azmin ve gayretin önemini vurgulamıştı. Satıcı’da Asgar Ferhadi ise bir adım daha ileri giderek, hem kendi toplumu, hem de ihtiyaç hisseden her insanın geçmişle hesaplaşması için geçerli bir yola işaret etmekte. İlk ânda klişe izlenimi verdiği hâlde, zorların zoru bir yol bu aslında: Hem kısas, hem merhamet. Hesaplaştığın senin geçmişin çünkü.
İnsanız biz çünkü. Olanca ihtişam ve sefaletimizle insan.