28 Şubat, Türkiye’yi dönüştüren en önemli siyasî, askerî ve hatta dinî müdahaledir. Post-modern darbenin kudretli generalleri, bin yıldan bahsettikleri hâlde çok kısa bir zaman içinde tasfiye olundular. Bu da kurumlarımızın çok katmanlı ve birbiri ile mücadele hâlinde olan karmaşık yapısına işaret eder. Dolayısıyla kolay analizlere izin vermez. Müdahaleyi yapanlarla kazananlar tamamen farklı unsurlardı. Görünürde askerî unsurlar vardı ve bunlar din temelli olarak tanımladıkları bir siyasî hareketi tasfiye etmek istiyordu. Ne var ki “din” temelli başka bir yapının Türkiye’ye hâkim olmasına imkân verdiler. 28 Şubat’ın post-modern darbe olarak tanımlanmasını bu şekilde de izah edebiliriz. Kudretli generallerin, görevlerini yaptıktan sonra tasfiye edilmesi, yaptıkları işi anlamamış olmalarındandır. Zira darbeyi yapanlar arasında kişisel olarak FETÖ elebaşına hizmet ettiğini fark edemeyenler de vardı.
FETÖ bir NATO yapılanmasıydı ve Türkiye’nin içeriden ele geçirilmesini sağlamak amacıyla yıllar içinde sürekli güçlendirilmişti. Karşısında durabilecek büyük küçük bütün unsurlar tasfiye edildi. Devlet içindeki NATO’cu yapılarla sivil alandaki uzantıları millî kanada karşı üstünlük kurmuştu. Aslında Türkiye’de yepyeni bir mücadele dönemi başlamıştı. Klasik sağ sol kutuplaşmasını bitiren de darbenin bu post-modern niteliğiydi. 20. yüzyılın ideolojik tarafları geçersiz hâle geldi. Biz bu durumu yani post-modern darbe ile şekillenen yeni taraflaşmayı en açık bir şekilde Gezi Parkı Kalkışması ve sonrasında gelişen olaylarda görecektik.
15 Temmuz Darbe Girişimi’nde de bu post-modern nitelikle tekrar karşılaştık. Bu yönüyle 28 Şubat, 15 Temmuz 2016’ya kadar kesintisiz ve inişli çıkışlı bir süreç olarak devam etmiştir.
28 Şubat sürecini Türkiye ve İslam dünyası bağlamında anlamlandırmak istiyorsak muhakkak 1990’ların karanlık yıllarından başlamak gerekir. Türkiye yeniden kendi içine kapanmak zorunda kalmıştı. Hâlbuki iki kutuplu dünya sistemi çökmüş, Sovyetler dağılmıştı. Türkiye’nin Rus korkusuyla Amerika’ya, NATO’ya veya Batı’ya mahkûm olma mecburiyeti kalmamıştı.
Doksanların başından itibaren batılı istihbarat servislerinin merkezlerini Türkiye’ye taşıdığı konuşuluyordu. Irak, Cezayir, Azerbaycan, Bosna hâdiseleri yeni istilanın şiddetini gösteren örneklerdi. Türkiye, her şeye rağmen Azerbaycan ve Bosna olaylarında bir şeyler yapabileceğini gösterdi. Aynı tarihlerde FETÖ’nün küresel bir güç olma yolunda çok önemli adımlar atması da 28 Şubat’ı anlamamız açısından önemlidir.
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne söyleminin içeriğini Türkiye oluşturmamalı, bu söyleme kimliğini Türkiye kazandırmamalıydı. Söylemin varlığı herhangi bir merkezi korkutmuş değildi. Çünkü Batılı merkezler, söylemin yaygınlaşmasına karşı değillerdi. Bilakis bu söylemin içeriğini oluşturmak ve ona kimlik kazandırmak için Batılı merkezlere alan açılıyordu. Bir yandan Türkiye içine kapanmak zorunda kalırken diğer yandan FETÖ küresel bir aktör olma yolunda ilerlemeye başladı. Ortaasya’ya açılan Türkiye değildi, FETÖ kanalıyla Amerika, İngiltere, Fransa, İsrail; Çin sınırlarına kadar dayandı.
Türkiye, 2002’den itibaren yeni bir döneme girmiş oldu. 28 Şubat müdahalesinin aktörlerinin 2007’de yeniden sahneye çıkması sürecin tamamlanmadığını gösterir. Her şeye rağmen FETÖ sisteme tam manasıyla hâkim olamıyordu. Cumhuriyet mitingleri ve e-muhtıra, Gezi Parkı Kalkışması’nda gördüklerimizin ilk örnekleriydi.
28 Şubat’ta olduğu gibi bir ölçüde başarılı oldular. Bu, post-modern darbe sürecinin devam ettiğini gösteriyordu. FETÖ, sisteme mutlak hâkim olmak için son hamleyi yaptı. 2007’de Türkiye’de farklı grupları Tayyip Erdoğan karşısında bir çatı altında toplamaya başladılar. Bu, o zaman dahi görülüyordu ve bunu yapan da FETÖ idi. Erdoğan önemli bir aktördü ve Türkiye’yi vesayetten uzaklaştırıyordu. Küresel emperyalist düzeni kuranlar Erdoğan’ı tasfiye etmeye karar verdi.
2008 küresel finans krizi Amerika’nın ya da benzer bir gücün hâkim-i mutlak olmadığını gösterir. Dünya genelinde yapısal bir dönüşüm ve değişim vardı. Batı Avrupa, Amerika ve İsrail ekseni kendini yenilemekte zorlanıyordu. Bu kriz, Türkiye’ye aradığı fırsatı verdi. 2007’de geçici bir kayıp yaşayan millî unsurlar, ilk defa FETÖ karşısında kapsamlı bir plan oluşturmaya başladı. Amerika, İngiltere ve İsrail ile bağlantısı kuşkuya yer bırakmayacak derecede açık olan terör örgütü artık küresel bir aktör olmuştu, Türkiye için oluşturduğu tehdit her zamankinden daha fazlaydı.
Gezi Parkı Kalkışması’nın esas amacı FETÖ’cü dershanelerin kapatılmasını önlemekti. Erdoğan’ın dershane tercihi, sürecin çok iyi analiz edildiğini gösterir. 28 Şubat’ta FETÖ’yü hâkim kılmak için askerleri öne sürenler, 2013’te bu kez Atatürkçü-laik kesimleri sokağa döktü. Post-modern nitelik ile kast ettiğimiz budur. Erdoğan karşısında bütün tarafları bir araya getiren çatı oluşmuştu. 15 Temmuz’da Atatürkçü-laik kesimler ile FETÖ’cüler arasında görülen dayanışma 28 Şubat’ın devamıydı.
16 Temmuz 2016’da kırmızı berelilerin Cerablus istikametinde yola çıkması 90’ların başından itibaren yaşadığımız küresel müdahalelere karşı en kalıcı cevaptır. Bu, 28 Şubat’ın harici boyutu ile yeniden karşılaşmamız anlamına gelir. Kalıcıdır, çünkü içerideki uzantılar önemli ölçüde tasfiye edilmiştir.