28 Şubat’ın 29 çocuk kahramanı

Hayat yolum yine İstanbul’la kesişmişti. Liseyi Fatih’te okuyacaktım. Önümde iki seçenek vardı; ya Ahmet Rasim Lisesine gidecektim ya da İstanbul İmam Hatip’e. Sadece bir sınıfı imam hatip dışında bir okulda okuduğum halde “8 yıllık kesintisiz ilköğretim” diplomam vardı elimde. Yıl 1998’di, 28 Şubat’ın tam ortasından geçiyorduk.. Ve İstanbul İmam Hatip’in kapısından giriyordum.

Beni okula kaydettirmeye götüren Beyceğiz Mahallesi Muhtarı Selahattin Turunç, “Tayyip Bey de bu okuldan mezun Ersin, buraya sadece bir okul gözüyle bakma” demişti. Bakmadım da zaten, eğer baksaydım o yıl uygulanmaya başlayan kat sayı engeline rağmen o kapıdan girmezdim. O kapıdan girdim ve 10 dakika sonra da yeniden imam hatipli oldum.

Ancak ters giden bir şeyler vardı. Bu okulun öğrencisi olarak kabul edilmemin bu kadar kısa sürmesi çok garipti. Koskoca okulun koridorlarında ayak tıkırtısı bile duyulmuyordu neredeyse. Evrakları verip çıkmıştık resmen. Oysa daha 3 yıl önce İzmit İmam Hatip’in orta kısmına kayıt olabilmek için saatlerce sıra beklemiştim. Üstelik sadece sınava kayıt sırasıydı bu. Tam 750 kişi başvurmuştu ve okul ancak 250 kişiyi sınavla alabilmişti. Şükürler olsun ki kazanmıştım. Annem, “Ufak oğlan imam hatibi kazandı” diyordu, gururluydu. Büyük başarıydı o zaman için.

14 Eylül 1998 Pazartesi günüydü, İstanbul İmam Hatip Lisesi öğrencisi olarak sınıfımı öğrenmiş ve sırama oturmuştum. Lütfen buraya dikkat; toplam 29 kişiydik. 1948’de açılan Türkiye’nin ilk imam hatip okuluna o yıl sadece 29 öğrenci kayıt olmuştu. Üstelik ilköğretim çıkışlı olduğumuz için hazırlık okuyacaktık. Başka şubemiz de yoktu. Sadece ‘Hazırlık’tık!

Dört öğrencinin bir sıraya oturduğu imam hatip sınıflarından, tek sıra tek öğrencili sınıflara dönmüştük. Hocalarımız günlerce alışamadı bu duruma. Özellikle meslek dersi öğretmenleri bu 29 genci inanılmaz seviyordu ama. Okulda dokunulmazlığımız vardı sanki. Üstlendiğimiz misyonun farkında varmamız uzun sürmedi. Açıkça söylemek gerekirse; katsayı engeli nedeniyle son sınıfta düz liseye ve kolejlere geçme furyası almış başını giderken imam hatipli olmak çok önemliymiş. Bir hocamız öyle söylemişti. “Kapısına kilit vurulmak istenen, öğrenci azlığından dolayı başka okullara tahsis edilmesi planlanan bu okula, üstelik üniversite imtihanında -30 puan geride başlamayı göze alarak kayıt olmak, kahramanlıktır. Kendinizi hafife almayın. Siz bu yaşta büyük bir mücadeleye ortak oldunuz” demişti.

Dava… İmam hatip davası. “Aldırma Reis” yazılı gri tişörtler giyen çocuklardık biz. Reis de aldırmamıştı zaten. Herkes çoluğunu çocuğunu hızla imam hatip okullarından kaçırırken o hem evlatlarını hem de yakın çevresindeki çocukları davanın temsilcileri olarak atamıştı.

28 Şubat sürecini imam hatip okullarında geçiren her öğrenci tartışmasız bir kahramandır. Baskıyı, zulmü, türlü yasakları, ikna odası işkencelerini göğüsleyen bir nesilden bahsediyoruz. Biz erkekler bir nebze olsun rahattık. İmam hatipli kızlar ise kelimenin tam anlamıyla işkenceye tabi tutulmuştu. Teneffüse bile çıkamıyor, çatı katlarında oluşturulan sınıflarda kaçak göçek okuyor, subayların girdiği Milli Güvenlik derslerine girmemek için türlü bahaneler üretmek zorunda kalıyorlardı.

“Ne zor günlerdi” demek bile yetmiyor yaşananları anlatmaya. Yüzde 19 oy almış ANAP ile yüzde 14 oy almış DSP’nin ortaklığında kurulan hükümet, bütün bir milletin değeri olan imam hatipleri yok etmek için varlarını yoklarını ortaya koyuyordu. Düşünsenize, Başbakan Mesut Yılmaz, siyasi kariyerini ortaya koymuştu. Bize “yarasalar” demiş ve meydan okuyordu: “Siyasi hayatıma mal olsa bile bu kanunu çıkaracağım.”

İmam hatipler kapanmasın diye çabalayan kurumlar da hedefteydi. Bunların başında da İlim Yayma Cemiyeti geliyordu. Anadolu’yu karış karış dolaşıp merkez imam hatiplere öğrenci bulan İlim Yayma Cemiyeti’nin sunduğu iki imkân vardı; cüzi burs ve yurt.

Ben de bu imkanların sağlandığı öğrencilerden biriydim ve kaldığım yurt, Mersin’den, Yozgat’tan, Erzurum’dan ve Afyon’dan gelen öğrenciler ile doluydu. Gariban Anadolu insanının tek umudu olan, bir çift ayakkabıyı bir yıl giyen öğrencilerin yurduydu burası… Askılığında ağarmış ceketlerin boy gösterdiği yurdumuzu; polis, terörle mücadele ekipleri ve müfettişler basmıştı bir sabah. Cumhuriyet gazetesinde çıkan “öğrenci yurdunda dayakla namaz, kot pantolon giyenlere uzaklaştırma cezası” şeklindeki haberle hedef gösterilmiştik. Haber baştan aşağıya yalanlarla doluydu ve “Radikal dinci gruplara yakınlığıyla bilinen İlim Yayma Cemiyeti’ne bağlı yurt” denilmişti.

Neye uğradığımızı bile anlayamamıştık. Müfettişler bazı öğrencileri sorguya almıştı. Onlardan biri de bendim. Konu, Cumhuriyet’in haberindeki ‘vahim’ iddialardı. Üzerimdeki kot pantolonun bana ait olup olmadığını soruyorlardı ısrarla. Zor ikna etmiştim. Bıyıkları gür olan müfettiş, “en son ne zaman namaz kıldın?” dedi pat diye. Ve o sorgu “sabah namazı” dememle ilginç bir yere evirildi. Önce sabah namazının kaçta kılındığını sordu, 5 buçukta olduğunu öğrenince de aynen şunu dedi: “Evladım sabah 5’te sen nasıl uyanırsın, mutlaka zorla kaldırmışlardır. Sizi o saatte kim kaldırıyor söyle bakalım.”

Söyledim, ergenlik çağına giren her Müslümana 5 vakit namazın farz olduğunu anlattım. Sabah namazının vaktini ve faziletini özetledim. Baktım ikna olmuyorlar, etüt programını koydum önlerine; Sabah 6’da ders, 7’de kahvaltı, 8’de okul zili. “Sabah namazını kılmasak da kalkıyoruz” dediğimde sanırım rahatlamışlardı.

Gittiler. Ama gözleri hep üzerimizde oldu. Öğrenci yoklama fişini terörle mücadele polislerinin elinde görmek kadar ağır bir baskı yoktu. Nöbetçi öğretmenler gibi okul koridorlarında dolaşıyordu polisler. Ellerindeki telsizlerden çıkan sesler var hala kulaklarımda. Çanakkale müsameresinde şehit olacak askerin kelime-i şehadet getirip getirmemesini tartışacak kadar baskı altında bitti imam hatip günlerimiz.

Ödeyeceği bin bir bedeli bile bile imam hatip seçen çocuklardık ama biz. Bir üniversite hayalimiz yoktu, zaten kuramamıştık da 29 kişiden oluşan ‘Hazırlık’ sınıfında okurken. Ama bu neslin bizim sabrımızla devam edeceğini biliyorduk. Sabrımızın sonucunu alacağımızı da biliyorduk.

28 Şubat darbesinin üzerinden 20 yıl geçti. Bin yıl sürmedi. Yaşam hakkı dahi tanımak istemedikleri bizler, hayat yolumuza devam ettik. Muhtar yapmak istemedikleri günlerden, başkanlığı tartışacak zamanlara geldik. Ve şunu hiç unutmadık, ‘zafer’ ancak zor günlerde bedel ödeyenlerin elleriyle gelir.

28 kahraman sınıf arkadaşıma selam olsun!