Yıl 2001’di. İstanbul İmam Hatip son sınıftaydım. Meslek derslerinden birindeydik. Cemaatleri tartışıyorduk. Aslında gündemimiz bir süre önce Vatikan’a gidip Papa ile görüşen Fetullah Gülen’di. 28 Şubat’ın dindarlara sosyal yaşam hakkı bırakmadığı bir dönemde Papa’ya yaptığı ziyaret Türk medyasında geniş yankı bulan Gülen, dinler arası diyalog çalışmalarını açıktan başlatmıştı. Bu görüşmenin detaylarını bir basın toplantısı ile anlatan Gülen, devletin gadrine uğramış dindarlar adına da girişimlerde bulunmuştu. 28 Şubat kararlarından tam bir yıl sonra yani 1998 yılının Şubat ayında yaptığı açıklamada, Türkiye’de çeşitli din ve mezheplerin liderleriyle diyaloglar da kurduğunu hatırlatarak, amaçlarının üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik oluşturmak olduğunu söyledi. Gülen, bu görüşünü Papa’ya da yansıttığını belirtti.
Çok ilginç bir süreçti ve biz imam hatip öğrencileri bunu tartışıyorduk. O gün Gülen’in bu girişiminin üzerimizdeki baskıyı kıracağına dair görüş bildirenler de olmuştu, “dinler arası diyalog olmaz” diyerek ağır eleştirenler de. Hocamız Ragıp Küçüker bizleri dinledikten sonra şöyle bir yorum yapmıştı: “Arkadaşlar zor bir zamandayız. Nasıl bir badire atlattığımızı ve göğüslediğiniz zorlukları ileride daha iyi anlayacaksınız. Bu devran mutlaka dönecek, sizlere yapılan zulümler mutlaka bitecek fakat Fetullah Gülen ve cemaati, 28 Şubat’tan, bizlere karşı olan sistemden, darbeci askerlerden daha tehlikeli. Dün Papa ile görüşerek ona İslam adına taahhütlerde bulunan bu adam uzun vadede Müslümanların başına Papa olmak isteyecek. Fetullah Gülen yozlaştırılmış İslam’ın Papa’sı yapılmak isteniyor. Bunu bilerek hareket edin.”
O gün için bu öngörü ve uyarı bizlere abartılı gelmişti fakat hocamızın bu çıkışını daha sonraları birçok yerde dillendirmiştim. Örgüt mensuplarının Gülen’i “Mehdi” gibi görmesi ve 15 Temmuz’dan sonra Ankara’ya bu sıfat ile dönecek olması tezleri ortaya atıldıktan sonra 15 yıl öne yapılan bu tespitin bir komplo teorisi değil de içinde yaşadığımız sürecin arka planının doğru okunması olduğuna da kanaat getirdim. 28 Şubat’ı iliklerine kadar yaşamış ve gerçekten de çok ağır bir dönemden geçmiş olan dindarların asıl sınavı Fetullah Gülen karşısında verdiğini ise 17-25 Aralık’ın ardından gördük. Son olarak 15 Temmuz darbe girişimi bütün iyi niyetleri ve beraberindeki şüpheleri de ortadan kaldırdı.
Fetullah Gülen en büyük darbeyi İslam dinine yaptı ve en büyük yardımcısı da 28 Şubat postmodern darbe süreciydi. MGK’da alınan “siyasi ve sosyolojik infaz kararları” ve dönemin medyasının başlattığı Müslüman avı işin sadece görünen kısmıydı. Buna rağmen, 15 Temmuz’a kadar Fetullah Gülen ve örgütüne siyasi sebeplerden dolayı diş geçirmeyip AK Parti ve Erdoğan karşıtı bir duruş sergileyen, darbe girişiminden sonra ise FETÖ’yü niyet-zihniyet bağlamında Türkiye’deki tarikat ve cemaatlerin yansıması olarak merkeze alan 28 Şubat aklının hezeyanları ile karşı karşıyayız.
Emekli generallerin FETÖ’den arındırılmış TSK’yı biçimlendirme söylemlerindeki yüksek laiklik hassasiyeti, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık, Cumhuriyet’in dindar karşıtı rejimin benimsenmesi ve şu meşhur “özde değil sözde bağlılık” söyleminin yeniden oturtulması görüşü son günlerde medyada ete kemiğe büründürülmüş durumda.
Şubat 1997’de Sincan’da yürütülen darbe tanklarına paletlik yapan manşetlerin sahipleri de 28 Şubat ruhunu yeniden diriltmenin arzusuyla, yine Müslüman Anadolu halkını hedef alan görüşler ortaya koyuyor. Özellikle CNNTürk’teki tartışma programlarında tarikatlar ve cemaatlerin yok edilmesine yönelik çağrılar ile okullardaki din eğitimi ve imam hatiplerin mevcudu üzerinden yapılan karşıt değerlendirmeler, 28 Şubat aklına cesaret vermeye başladı haliyle. Bu aklın sözcülüğünü yapmak ise 28 Şubat darbesinin medya ayağında önemli bir rol üstlenen Ertuğrul Özkök’e düşmüş. Geçtiğimiz haftaki bir yazısında “28 Şubat kararları uygulanabilseydi bugün darbe girişimi olmazdı” diyen Özkök, 15 Temmuz’un sebep ve sonuçlarını çarpıtmanın da ötesine geçip, FETÖ’nün hem istismar hem de gerçek anlamda mağdur ettiklerini FETÖ ile aynı kategoride ele alıyor. Özkök ve sözcülüğünü yaptığı katı laik zihniyet, tıpkı FETÖ’nün Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında yaptığı kumpası modelliyorlar oysa. Suçlu ve suçsuzlara yani mağdur eden ile edilene aynı yaptırımı uyguluyorlar.
Oysa unutmamaları gereken en büyük gerçek şu ki; Gülen ve müntesipleri 28 Şubat mağduru değildir. 28 Şubat mağdurlarını mağdur edenlerdir. Tarikatlar ve cemaatler FETÖ ile ilk yüzleşen ve ilk tepkileri veren oluşumlardı. Laik sistemin Müslümanlara hayat hakkı tanımayan uygulamalarına maruz kalan mütedeyyin kesim, her fırsatta takiyye yapıp sisteme sadece son yıllarda değil 40 yıldır sızmaya başlayan bu yapının omurgasızlığından şikayet ediyordu. Bugün 28 Şubat’a güzelleme yapanlar ise ‘ılımlı İslamcı’ diye FETÖ için alan açıyordu.
İmam hatiplerin maruz kaldığı yıkımı ortadan kaldıracak olan 4+4+4 eğitim sistemine açıktan karşı çıkan Zaman gazetesi, hiçbir 28 Şubat uygulamasını bu denli eleştirmemişti mesela. Dönemin TSK’sı, siyasetçileri, hükümeti, medyası, STK’ları şapkayı önlerine koyup, 28 Şubat’ta yaptıklarıyla bu darbe girişimine zemin hazırladıkları gerçeğiyle yüzleşeceklerine yeterince başarılı olamadıkları için üzülüyorlar. Oysa inançlı insanlara bütün kapıları kapatarak FETÖ’nün önünü açtıkları artık tamamen anlaşılmış durumda. Devleti eliyle din eğitimi neredeyse imkansız hale getirerek, çocuklarına din eğitimi vermek isteyen insanları Fetullah Gülen’in kurduğu yapıya ittiklerini de bilmeyen yok.
28 Şubat Kararları’nın en kritik maddelerinden birini hatırlayalım örneğin: “Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.”
28 Şubat’ta hayata geçirilen bu durum, FETÖ’nün gökte ararken yerde bulduğu bir mucizeydi oysa. Kendisinden başka hiçbir cemaatin, hiçbir dini oluşumun varlığına tahammül edemeyen FETÖ, tüm Müslümanların ellerinin kollarının bağlandığı bir ortamda meydanda tek kalmıştı böylece. Kılıktan kılığa girerek, hiçbir bedel ödemeden ve bu krizin tüm imkanlarını kullanarak birden fazla darbe girişiminde bulunacak gücünün temellerini de 28 Şubat’ta atmıştı.