1839’dan 2017 16 Nisan’ına

FETÖ elebaşı Gülen 1999’da Amerika’ya gittikten sonra hangi gücün onu oraya taşımış olabileceği önemli bir soruydu. Kişisel olarak 2000’li yılların başından bu tarafa Gülen için Amerika’nın özellikle seçilmiş olduğunu düşündüm. Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş döneminden sonra tek kutuplu dünyanın tartışmasız hâkimi idi. Gülen’i oraya taşıyan güç, Amerika’yı hem bir örtü şeklinde kullanıyor hem de bu tartışmasız güce karşı gelinemeyeceği gerçeğinden faydalanmaya çalışıyordu. Son zamanlara kadar Amerika’nın da bu duruma bir itirazının olmadığı görüldü. Amerika’nın sabık dışişleri bakanı Joe Biden, 15 Temmuz uğursuz darbe girişimini müteakiben Ağustos sonlarında Türkiye’ye geldiğinde, Gülen için “keşke başka bir ülkede olsaydı” dedi ve işin göründüğü gibi olmadığı anlaşıldı. Joe Biden’ın bu cümlesi Türkiye’de pek dikkat çekmedi. Hâlbuki yaşadığımız süreci anlamak açısından önemli bir cümleydi. Joe Biden, Amerika’nın FETÖ konusunda bir açmaz içerisinde olduğunu mu söylüyordu, yoksa Amerika’nın bu meselenin de dâhil olduğu daha geniş bir sorunlar dizisine hâkim olamadığını mı dile getiriyordu.

29 Ocak 2009’da Erdoğan’ın “one minute” çıkışı küresel hegemonya tarafından çok önemsendi. Mayıs 2010’da İstanbul’dan hareket eden Mavi Marmara gemisi Filistin için hayatî bir öneme sahipti. İsrail, bütün dünyanın gözü önünde Mavi Marmara gemisine açık sularda müdahale etti ve Akdeniz kana bulandı. FETÖ elebaşı açıkça İsrail tarafını tuttu. Her iki hadiseden sonra Türkiye, açık kapalı birçok darbeye maruz kaldı. Bu girişimlerde Almanya’nın gözle görülür bir şekilde yer alması son derece anlamlıydı.

Ergenekon Davası, Türkiye gündemini sarstığı zamanlarda kimse fark etmese de Yeni Şafak gazetesinde İbrahim Karagül, Türkiye’de bir gücün, farklı ve birbirine zıt siyasî kimlikleri, Tayyip Erdoğan düşmanlığı üzerinden aynı çatı altında birleştirmeye çalıştığını yazdı. Karagül açıkça dile getirmese de “bir güç”le kastedilen Fetullahçı yapıydı. Nitekim Gezi Parkı eylemleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri, farklı ve birbirine zıt siyasî grupların aynı potada eritilebileceğini gösterdi. Özellikle Gezi Parkı kalkışmasında Alman istihbaratının varlığı çokça gündeme geldi. Almanya, Türkiye’nin İsrail politikasından rahatsız olduğunu açık bir şekilde gösteriyordu. Almanya ve Amerika’nın İsrail tarafında yer almak için yarış içerisinde olmaları ve FETÖ’yü koruma yönündeki kararlı tutumları, Erdoğan’ın “one minute” çıkışına ne kadar önem verdiklerini gösteriyordu.

Dünya Beşten Büyüktür, sadece bir slogan değildi. Batı, küresel ölçekte kurduğu hegemonyanın çatırdamakta olduğunu görüyordu. Çünkü Doğu, emperyalist dönemden sonra ilk defa değerler üzerinden geliyor ve ideolojik üstünlüğü ele geçiriyordu. Erdoğan’ın Eylül 2014’te BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada dile getirdiği itiraz, küresel emperyalizmin bürokratik araçlarına karşı en ciddî ideolojik eleştiriyi içeriyordu. Türkiye’de bazı kesimler bıyık altından gülmüş olsalar da Erdoğan’ın konuşması, muhatapları tarafından anlaşılmıştı. Almanya, FETÖ’ye sahip çıkarak Amerika ile birlikte “Dünya Beşten Büyüktür”ün tahrip gücünü hafifletmeye, mümkünse etkisiz kılmaya çalışıyordu. Çünkü bu ideolojik itiraz salt Türkiye’nin itirazı değildi. Türkiye’den yükselen sesin etkisi bütün kıt’alara yayılabilecek değerdedir. Kurulu düzeni sorgulayan ve daha adaletli bir dünya için var gücüyle çalışan Türkiye’nin ve kurulu küresel emperyalist düzeni ölümüne sahiplenen Almanya’nın “Beş”in içinde yer almaması ilginçtir.

Almanya, FETÖ’yü ve onunla ilişkilendirip aynı potada eritmek istediği grupları alt-emperyal güce dönüştürerek Doğu-İslâm dünyasına hâkim olmak istiyor. Amerika’nın da mevcut hâkimiyetini devam ettirmek istediği açıktır. Trump’ın Merkel’e karşı sergilediği hoşnutsuzluk Amerika-Almaya çatışmasını gözle görülür bir hâle getirdi. Bu şartlarda FETÖ konusunda sergilenen ortak tavrın anlamı sorgulanmalıdır. Joe Biden’ın terörist Gülen’i kastederek “keşke bizde olmasaydı” şeklinde bir cümle sarf etmiş olmasını bir şikâyet cümlesi şeklinde yorumlamak mümkündür. FETÖ’yü Almanya ile birlikte hareket eden bir güç kontrol etmektedir ve FETÖ’nün ipleri onların elindedir. Önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi FETÖ, onların elinde Doğu-İslâm dünyasına yöneltilmiş bir silahtır. FETÖ’cülerin yurt dışında yeniden örgütlenmesi de bu sebebe dayanmaktadır. Hollanda ve Almanya merkezli saldırıları, FETÖ’cülerin yerinin iyice tahkim edilmesi şeklinde yorumlamak mümkündür.

Tayyip Erdoğan’ın Ocak 2009’da “one minute” çıkışı büyük kavgayı başlattı ve bu kavga giderek büyüyor. Türkiye’nin bu antiemperyalist çıkışı temelde ideolojik bir hamlenin ürünüdür. “Millî ve yerli” kavramlarının öne çıkması da küresel emperyalist düzene karşı mücadele bakımından yeni bir emsal oluşturmaktadır. Bu sürecin birçok bölgede etkili olacağı açıktır. Yeni bir mücadele şekli olması bakımından önemi zamanla anlaşılacaktır.

16 Nisan 2017 anayasa oylamasını kendi başına değerlendirmek doğru değildir. Referandumu, Türkiye’nin büyük yürüyüşünde bir ara hamle şeklinde görmek daha doğrudur, varılacak son nokta değildir, mutlaklaştırmamak gerekir. Tanzimat da dâhil, birçok düzenleme büyük güçlerin tesiri ve zorlaması ile yapıldı. Türkiye ilk defa kendi isteğiyle ve büyük güçleri karşısına almak pahasına bir düzenleme yapıyor. Bu düzenlemeyi, FETÖ’cülerin ve Almanya ekseninin engelleme girişimleri Türkiye’nin antiemperyalist örnekliği ile alakalıdır. Antiemperyalizmi diline pelesenk edenlere duyurulur.

Bir süreç içindeyiz ve gelişen bütün hadiseler sebep sonuç ilişkisiyle birbirine bağlıdır.