FETÖ’nün 17-25 Aralık’tan önce işlediği suçlar hakkında bütün toplum kesimlerinde bir kanaat oluşmasına rağmen son dönemde bu görüşlerde birtakım değişimler görülmektedir. Örgüt lehine ciddî bir propagandanın sonucundan bahsediyoruz. FETÖ’nün yönettiği mağduriyet ve at izi it izi söylemi, şimdilerde ret ve inkâr politikası algı yönetimi açısından sonuç vermektedir. Bu durum örgütün Türkiye kamuoyunu yönlendirme bakımından hâlâ çok güçlü olduğunu göstermektedir.
15 Temmuz’un üzeri küllendikçe FETÖ lehine faaliyetlerin artmakta olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bugünlerde farklı gerekçelerle 17-25 Aralık öncesi için örgütü aklamaya çalışan ifadelerle karşılaşıyoruz. Tuhaf olanı ise bu ifadelerin muhafazakâr basın tarafından dile getirilmesidir. Birileri FETÖ’nün 17-25 Aralık öncesinde diğer sivil toplum kurumlarından biri olduğunu, dolayısıyla bu tarihten öncesi için hiç kimsenin suçlanamayacağını çok rahatlıkla dile getirebiliyor. Asıl ciddiye alınması gereken büyük tehlike budur. FETÖ, en büyük hırsızlık eylemlerini bu tarihlerden önce gerçekleştirdi. Büyük kumpaslarının birçoğunu bu tarihten önce kurdu. Bu ülkenin çocuklarının hayallerini ellerinden alıp kendi adamlarını 17-25 Aralık’tan çok önce her yere yerleştirdiler. Zaten FETÖ’cüler 17-25 Aralık’tan önce ulaştıkları başarı dolayısıyla darbe girişiminde bulundular. Eğer FETÖ’nün 17-25 Aralık öncesi faaliyetleri yargılanmayacaksa geriye sadece fiilî darbe teşebbüsü kalır ve onu da az sayıda insanın üzerine yıkarsınız, olur biter.
15 Temmuz öncesinde Erdoğan’ın yanında durup FETÖ’ye karşı tepki koyan milletin kendisiydi. Onun için de 15 Temmuz’da darbe girişimi püskürtüldü. Ne yazık ki belli güç odakları, etkili şahıslar FETÖ karşısında net bir tutum sergilemedi. Erdoğan’ın tavrını abartılı bulan birçok kimse vardı, hatta kazanan tarafın belirsizliğini göz önünde bulundurarak zamana oynamayı tercih edenler çoktu. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar geçen zamanda yaşanılanlar bir de bu gözle değerlendirilmelidir.
Bugün Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında FETÖ’ye karşı oluşan kararlı tutumu baltalamaya ve sürece gölge düşürmeye çalışan güçlü bir hareket vardır. Bunu planlı ve çok yönlü bir kuşatma şeklinde değerlendirmemiz hatalı olmaz. Muhafazakâr camia üzerinde etkili yazarların, FETÖ’ye karşı millette oluşan kararlı tutumu etkisizleştirme ve bertaraf etme yönünde yazılar kaleme aldıkları gözlemleniyor. Bu yönde yazıların özellikle Kavurmacı hadisesinden sonra artması da anlamlıdır.
FETÖ, tiyatro söylemine sarılmıştı. Muhafazakâr çevreden bazı yazarlar ısrarlı bir şekilde mağduriyetten bahsetti. Şimdi de aynı yazarlar devletin şüpheli durumlarda bile kişiler aleyhine karar aldığını söylüyor, on binlerce insanın içeri tıkılmasının yanlışlığını dile getiriyor, terörist ve akıntıya kapılan ayrımının yapılmadığını ve gerçek darbecilerle sıradan FETÖ’cülerin aynı çuvala doldurulmasının hatalı olduğunu vurguluyor. Aynı kişiler, siyasilerin FETÖ’ye kalkan olduğunu, ayrıcalıklı kimselerin salıverildiğini ima eden açıklamalar yapıyor. 2019 seçimleri üzerinden Cumhurbaşkanı’na sopa göstermeyi de ihmal etmeyip FETÖ’cüler de muhafazakâr tabandan olduğu için yüzde elli artı bir tehlikeye girer diyorlar. Bu açık bir tehdittir.
Darbe teşebbüsüne fiilen iştirak edenlerden bile mağdur üreten bir bakış açısı oluşturuluyor. Bu süreçte birçok kimsenin hukuk maskesinin arkasına gizlendiği açıktır. Bu vesileyle birçok kalem sahibinin aynı zamanda yaman bir hukukçu olduklarını da anlamış oluyoruz. Hukukçuluğu depreşen yazarlar üzerinden Ergenekon davalarında takınılan olumlayıcı tavırları, 28 Şubat’tan sonra FETÖ ile kurulan ilişkileri, Feto’ya düzülen güzellemeleri hatırlamak bugünkü bilgelikleri anlamlandırmak açısından önemlidir.
15 Temmuz’da ortaya çıkan acı tablo, hukukçuluğu depreşen yazarlara FETÖ’yü ahlaken yargılamadıklarını hatırlatmalıydı. Fakat böyle bir sarsılma ve hatırlamanın yaşanılmadığı anlaşılıyor. Öyle olsaydı FETÖ’cülüğü felsefî, içtimaî, edebî alandaki birikim ve gözlemleriyle bir süreç analiziyle anlamlandırmaya çalışırlardı. Süreç analizinde zaman, mekân, şahıs, olay ve dile getirilen fikirler önemlidir. Özellikle de bireylerin işgal ettiği mevkiler çok önemlidir. 17-25 Aralık’ın siyasî bir sınıra işaret ettiğini herkes bilmektedir, hukukî değildir. O günden itibaren devlet siyaseten afakî bir sınır çekti ve kişilere fırsat tanımış oldu. Bu, ahlakî sınır değildir. Yaman hukukçu yazarların 17-25 Aralık’tan önce FETÖ’cülük süreci karşısında ne yaptığı, ne söylediği, nerede durduğu çok önemlidir. Bu durum birçok sivil toplum kurum temsilcileri ve iş dünyası için de geçerlidir, siyaset dünyası da bunun dışında değildir. FETÖ’cülüğün bir süreç içinde değerlendirilmesi ahlakî ve vicdanî bir zorunluluktur. Ama aktörlerin bu sorumluluk karşısında duyarsız tavır sergiledikleri de aşikârdır.
FETÖ’cüler ve onlara sahip çıkanları lanetlemekte bir sakınca görmüyorum. Onlara sahip çıkanlara karşı çok dikkatli olunması gerektiği hususunda kesin bir kanaatim var. Bu kanaati değiştiremem. Çünkü FETÖ’cülerin bu ülkeye hâkim olmaları durumunda neler yapabileceklerini gördük. Kişisel olarak onların hedefinde olmamızın hiçbir önemi yoktur. Asıl önemli olan FETÖ’cülerin 15 Temmuz günü güzel vatanımıza neler yapabileceklerini göstermiş olmalarıdır.
15 Temmuz darbe teşebbüsünde bulunanların, sorgusuz sualsiz idam sehpasına göndereceği kişi sayısı hakkında basit bir tahmin bile FETÖ’cülüğün ulaştığı vahim seviyeyi gösterir. Örgütün bu hedeflerinden vaz geçtiğini düşünmek ise gerçekten çok vahim sonuçlar üretir.
FETÖ, Batılı güçler adına ülkemizi ele geçirmek ve onlar adına yönetmek isteyen bir örgüttü. Bugün bu örgütün yaslandığı taban ile Cumhurbaşkanının yaslandığı tabanın aynı olduğunu söylemek vatan ve millet kavramları üzerinde tekrar düşünmeyi icap ettirir.