15 Temmuz sonrası mağduriyet söyleminin masumiyeti

15 Temmuz darbe girişiminden sonra FETÖ’ye yönelik çok kapsamlı bir araştırma, soruşturma, kovuşturma süreci bütün hızıyla devam ediyor. Devletin farklı organları tarafından yürütülen bu çalışmalar dikkat ve kararlılığın üst seviyede olduğunu gösteriyor. Buna karşın farklı odakların süreci akamete uğratmak ve millet nezdinde bir güvensizlik oluşturmak için FETÖ ve şürekâsına yönelik her adımı boşa çıkarıcı faaliyette bulunmaktan geri kalmadığı da dikkatlerden kaçmamaktadır.

Önceki yazılarımızdan birinde FETÖ’yü salt hukukî bir mesele şeklinde tanımlamanın konuyu anlaşılmaktan uzaklaştıracağını belirtmiştik. Bu görüşümüzde ısrarcıyız. FETÖ’nün bir suç örgütüne dönüşmesini sağlayan cürümlerini hukuk zaviyesinden ele almak ilgili kurumların işidir. Fakat FETÖ bundan daha ziyade Türklük, İslâmiyet, vatan ve millete ait değerler üzerinde yaptığı tahrifatla “gelenek bozucu” bir kimlik inşa ederek daha büyük bir “suç” işlemiştir. Biz de asıl olarak FETÖ’nün bu yönüyle ilgileniyoruz.

Devlet organlarının hukuk çerçevesinde hareket etmesinin zorunluluğunu izaha gerek yoktur. Devlet bu şekilde davranmak zorundadır, adaleti tesis etmenin başkaca bir yolu da yoktur. Karşımızda şeytanî aklı temsil eden bir organizma bulunmaktadır. Devletin hukukî sınırlara riayet etmesi FETÖ mensuplarını etkisizleştirmek açısından çok önemlidir ve bu vesile ile örgüt elemanlarına kesilen cezalar her türlü tartışmanın dışında kalacaktır. Fakat bu örgüte mensup olup her türlü cürmü işleyenlerin kendilerini cezaî müeyyidelerden kurtarma yönünde başarılı olabileceğini de akılda tutmak gerekiyor. Çünkü mutlak temassızlık ilkesini ihlal etmeyen FETÖ unsurlarını uzaktan bilmek mümkün değildir. Devletin hukuk sınırlarına riayet ederek gerçekleştirdiği faaliyetlerine yönelik birçok çevreden itirazların yükselmesi de örgüt hakkındaki bilgilerin hâlâ yetersiz olmasıyla açıklanabilir.

15 Temmuz’dan çok kısa bir zaman sonra mağduriyet ve masumiyet söyleminin ciddî anlamda gündeme getirilmesi anlaşılması zor hususlardan biridir. Bu söylemin etkili olduğu tekrar tekrar gündeme getirilmesinden anlaşılmaktadır. Bu durum hem örgütün gücünü hem de örgüte karşı olanların örgüt hakkındaki cehaletini göstermektedir. Mağduriyet ve masumiyet söyleminin farklı örnekler üzerinden tekrar gündeme getiriliyor olması yaşadığımız sürecin vahametini gözler önüne sermesi bakımından anlamlıdır. Süreci yakından takip edenler sınırlı sayıda mağduriyetin yaşandığını ama bu mağduriyetlerin önemli bir kısmının giderildiğini söylüyor. Bizim kanaatimiz de bu yöndedir. Hakikaten mağdur olduğu anlaşılan şahısların çok kısa bir zaman zarfında 15 Temmuz’dan önceki hâllerine dönmesi hepimizin ortak dileğidir. İlginç olan durum ise sınırlı sayıda mağduriyet olmasına karşın farklı kesimlerin hep bir ağızdan ciddî ölçüde mağduriyet olduğuna dair ifadelerle ayağa kalkmaları ve yeni bir algının oluşumuna güç vermeleridir.

Her seferinde 15 Temmuz’da bir darbe teşebbüsünü geri püskürtmekle çok büyük bir badire atlattığımız, bunun bir şaka olmadığı, FETÖ ve şürekâsından kaynaklanan tehlikenin devam etmekte olduğu hatırlanmalıdır. Eğer başarılı olsalardı Türk milletinin katlanmak zorunda kalacağı sıkıntıların maliyeti gerçekten yüksek olacaktı. Bu maliyeti anlamak için Alev Alatlı’nın Rüya ve Kâbus adlı romanlarının tekrar okunması gerektiğini düşünüyorum.

Ergenekon davalarının ortalığı kasıp kavurduğu günlerde görüşlerimizi yakın çevremizle paylaşıyorduk. O dönemde Amerikancı-İsrailci kanadın Fetullahçılar eliyle büyük operasyon başlattıklarını ve artık sıranın bize, yani Türk milletine gelmekte olduğunu dile getirdiğimizde birçok kimse uyarıları anlamadığı gibi gidişattan memnuniyetini dile getirmişti. Hatta bazıları bizim bir paranoyaya teslim olduğumuzu dahi iddia etmişti. Çok şükür o dönemde üniversiteli genç arkadaşlarımız uyarılarımıza dikkat kesilmiş, Feto’ya ve Fetullahçılara karşı ciddî bir duruş sergilemişlerdi.

Ergenekon sürecinde zaaflarımızı ve öfkemizi iyi yönlendirip hakikati görmemizi engellediler. FETÖ bu süreçte hem Türkiye’nin sinir uçlarını ele geçirdi hem de 28 Şubat darbesinde dahli bulunanları temize çıkardı. Ergenekon davası Türkiye’nin 2001 büyük çöküşünden sonra takip ettiği millî siyasete ciddî bir darbe vurdu. Bugün mağduriyet söylemine sarılanların o gün FETÖ’nün emperyalistlerle işbirliği içinde Türkiye’ye karşı operasyonlarına ses çıkarmamış olması önemsenmesi gereken bir meseledir.

Ergenekon sürecini yönlendirenlerle 28 Şubat’ta İmam Hatip Liseleri üzerinden operasyon yapıp Fetullahçıların önünü açanlar aynı kişi ve çevrelerdir. İslamcılar, Fetullahçılar için bir tehlikeydi ve bertaraf edilmeliydi. İslâmcıların sahadan uzaklaşmasıyla eş zamanlı olarak FETÖ bütün alana hâkim olmaya başladı. Bu sürecin tekrar tekrar analiz edilmesi gerekir. FETÖ’nün Türkiye’ye hâkim olmaya başladığı dönemde, bu lanet merkezin çekimine kapılıp onlarla birlikte hareket edenlerin kimler olduğu da önemli bir meseledir. İslâmcıların tasfiye olmasını sağlayan kişi, grup ve ekipler bugün hâlâ gücünü koruyorsa bu da önemli bir meseledir.

Bugün mağduriyet ve masumiyet söylemini öne çıkaranlar arasında Ergenekon sürecinde FETÖ’cülerle birlikte hareket eden kimselerin olduğunu görmek fazlasıyla sıkıntılı bir durumdur. Ne yazık ki o günlerde farklı kesimlerden birçok kişi mankurtlara ve mankurtlaşmaya hayranlıklarını dile getirmekten çekinmiyor, onlar tarafından tertiplenen toplantılara, gezilere ve sair etkinliklere katılmakta bir sakınca görmüyordu.

Anladığımız kadarıyla şimdi devlet organları geçmişe de ayna tutmaya başladı. Devlet 17-25 Aralık’ı bir milat kabul ettiğini belirtti fakat bu hukukî yaptırımlar için geçerlidir. FETÖ, bir suç örgütüdür ama aynı zamanda yukarıda izah etmeye çalıştığımız özellikleri itibarıyla bu ülke için bir utanç vesilesidir.

Sancıların bolca yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Sükûnet ve kararlılıkla sürecin takip edilmesi çok önemlidir.