DEAŞ’la mücadeleyi devralmak

Haçlı Seferleri veya Birinci Dünya Savaşı hakkında yazılmış kitaplar bugün yaşadığımız küresel ölçekteki karmaşayı, büyük mücadele kavramıyla izah etmemize imkan verir. Çünkü bugün karşılaştığımız ve anlamakta zorlandığımız birçok olayın örneklerini geçmişin bu iki büyük olayında görebiliriz. Gerek Haçlı Seferleri gerek Birinci Dünya Harbi, maddî zenginliklerin ele geçirilmesi ve uluslararası rekabetin yoğunluğu bakımından bugüne çok benzer. Doğu’nun maddî kaynaklarını ele geçirmek uğruna emperyalist devletler arasındaki rekabet en üst seviyeye çıkmıştı. Büyük Savaş için bir kıvılcım lazımdı ve o da Saraybosna’da parladı.
Günümüzde devletler arası rekabet yoğunlaştı ve örgütler kullanışlı araçlara dönüştü. Her bir devlet, savaşı kendi coğrafyasından uzakta tutmaya ve rekabeti ya da daha doğru bir ifade ile savaşı başkalarının topraklarında yürütmeye çalışıyor. Türk-İslam dünyasının örgütler ve gruplar eliyle sürekli bir şekilde çatışma ve kaosa sürüklenmesi, yeni savaşın niteliğini gösterir. Bu modelin çok kullanışlı olduğu birçok yerde uygulanmasından anlaşılır.
Örgütler ve gruplar sadece çatışma ve kaos ortamları oluşturmak için kullanılmıyor. İki kutuplu sistemin hakim olduğu dönemde bazı teşekküllerin kendileri için iktisadî rekabeti tehdit edici olmaktan çıkarmaya çalıştıkları biliniyordu. Zaten bunun neticesi olarak devşirme sistemi başarılı bir şekilde çalışmıştı. Fakat devşirme sisteminin esas sonuçlarının dinî alanda yaşanması anlamlıdır. Dinî alanda faaliyet gösteren yapıların devletler arası rekabet için kaynak vazifesi görmesi oldukça farklı sonuçlar doğurabilir. Konunun çok dar bir açıdan ele alınmaması gerekir.
Türkiye, dinler arası diyalog meselesinin yabancısı değil. Bugün Türkiye’de söz sahibi bazı kimselerin, 1980’lerde, dinler arası diyalog toplantılarına katıldığı konuşulurdu. O yıllarda, kimse, el-Kaide, DEAŞ, FETÖ gibi yapıların İslam dünyasını ateşe atacağını ön göremezdi. Fakat bazı Batılı merkezlerde böyle bir gelişmenin ön hazırlıkları yapılıyormuş. Dinler arası diyalog toplantılarının terör örgütleriyle doğrudan bir alakası vardır. Çünkü papalık makamı tarafından yürütülen bu çalışmalar İslam dünyasından bazı küçük grupları kendine çekmek suretiyle imtiyazlı örgütler hâline getiriyor. Bunları diğer sosyal sınıflar üzerinde hakim pozisyona çıkarıyorlar. Yabancısı olduğumuz bir model değil. Osmanlı şehirlerinde Türk ve Müslüman ahalinin, gayr-i Müslimler karşısında iktisaden çöküşü bu türden ilişkilerin sonucudur. Seçilmiş gruplar zaman içinde hakim bir pozisyona yükseldi. Papalık, geçmiş zamanların bu kuralını Müslüman ahali üzerinde de denedi ve başarılı oldu.
Terör örgütlerinin çeşitliliği ile itikadî çeşitlilik arasında doğrusal bir ilişki yok. Sadece belli grupların öne çıkartılması ve hâkim pozisyona getirilmesine dikkat kesilmek gerekiyor. Bu grupların düşünce bağlamında klasik Selçuklu-Osmanlı geleneğinden uzaklaşmayı temsil ettiği biliniyor. Emperyalist devletler tarafından örgütlerin ve grupların kullanışlı bir araca dönüştürülmesi devlet fikrinin yeniden güçlü bir şekilde benimsenmesiyle sonuçlanabilir.
Türkiye’nin yaklaşık üç yüz yıllık tecrübesini çok önemsemek gerekiyor. Buradan bir model doğacaktır. Özellikle de FETÖ tecrübesi çok önemlidir. Hatta Vahhabîlikle ilgili süreçleri de Türkiye’nin ve coğrafyamızın tecrübeleri arasında saymak gerekir. Görünüşe göre iki zıt kutupta yer alan bu iki örnek zamanı ve mekânı dikkate almamak bakımından birbirinden farksızdır. İkisinin de aynı ölçüde coğrafyadan bağımsız olması anlamlıdır. Türkiye’nin aynı anda her ikisiyle savaşmak zorunda kalması da tarihî ya da coğrafî değil, fikrî bir kaderdir.
Başkan Erdoğan, DEAŞ’la mücadeleyi devralmaya hazırız, diyor. Erdoğan bu sözü ABD başkanına söylemiştir. Trump’a, Türkiye’nin Suriye’de terör örgütlerine karşı başarılı mücadelesini anlatmış, özellikle İdlib ve el-Bab’da terör örgütlerine karşı mücadele verdiğini söylemiştir. Bu sözlerin aynı zamanda Batı kamuoyuna söylendiğini unutmamak gerekir. Çünkü Amerika, İngiltere, Fransa, İsrail her fırsatta teröre karşı mücadele ettiklerini söylüyor ve Doğu’nun maddî kaynaklarına bu şekilde el koyuyor. Türkiye de onların elinden bu silahı almaya çalışıyor.
Erdoğan’ın DEAŞ’la mücadeleyi devralmak yönündeki beyanını çok önemsemek gerekir. Bu, sadece güçlü devletlerin elinde bir araca dönüşen grup ve örgütleri etkisizleştirmeye yönelik bir kararlılık değildir. Erdoğan’ın sözünde klasik devlet fikri ile papalık gibi makamlara manevra alanı açan gruplar arasındaki mücadeleye de işaret vardır.
FETÖ kendisini kainat bilmem neyi zannediyordu. bin Salman ve bin Zaid de para ile birçok şeyi yapacaklarına inanıyor. Gerek FETÖ ve gerekse bin Salman-bin Zaid ikilisi Türkiye’ye düşmanlık gösterme konusunda birleştiler. Fikrî kader derken bunu söylemeye çalışıyoruz. Her ikisi de Türkiye’yi küçümsüyor ve küresel güç olduklarına inanıyorlar. Her iki yapı şimdiye kadar sadece Müslümanlarla savaştı ve Türk-İslam dünyasına zarar verdi.
Bugün belli çevreler, Türkiye’nin işte bu büyük mücadelesini küçümsüyor. Ülkemize ve coğrafyamıza yönelik saldırıları gözlerden uzak tutmaya ve küçük göstermeye çalışıyorlar, ülkenin geleceği ile ilgili kaygıları da “hezeyan” olarak tanımlıyorlar. Bütün bunların anlamsız olmadığı açıktır.