10. Yıl Marşı’yla büyüyüp “yerli” olamayanlar

Uçak düşürme hadisesinden sonra Rusya ile yaşadığımız diplomatik ve ticari sorunlar, Türkiye’nin ‘iç düşmanları’ gerçeğini bir kez daha önümüze getirdi. Kabuğunu kırıp, ekonomik ve sosyal devrimler gerçekleştirerek, 10 yıl içinde 30 yıl gerisinde olduğu ülkeler ile aynı seviyelere ulaşan Türkiye’ye içeriden diz çökermek isteyen bu ‘iç düşmanlar’ şimdi de Rusya’ya hem akıl hem de koordinat veriyor. Ekmeğini yedikleri, havasını soludukları ve 2002’ye kadar ‘vatan’ saydıkları bu toprakların işgal edilmesini isteyecek kadar ileri gidiyorlar.

AK Parti 3 Kasım 2002’de tek başına iktidar olsa da başta Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer olmak üzere Genelkurmay ve yargı organlarında, AK Parti’ye sert bir şekilde defans yapanların yer alıyor olması şüphesiz onlar için bir güven kaynağıydı. Fakat 2007’de, AK Parti’nin Cumhurbaşkanını seçecek güçte olması ile o zamana kadar sistem mağdurlarına karşı ‘sözde’ devletçilik yapanların bir anda devlet düşmanı haline dönüşmesine şahit olduk. Çok sayıda ilde düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri, devlet ile yollarını ayırmaya karar verenlerin sahnesi oldu aynı zamanda. O günlerde Hürriyet’te yazan Bekir Coşkun, Abdullah Gül için “O benim Cumhurbaşkanım değil” diyerek bu yol ayrımının tabelası oldu adeta.

Yapılan her seçime, devleti yeniden ele geçirmeye yönelik cılız umutlarla giren bu güruh, kaybettikçe marjinalleşerek o çok inandıkları demokrasiden nefret etmeye başladılar. Siyasi hırsları ile ait oldukları topluma dair duyguları tanınmaz hale geldi. Her gün yeni bir nefret suçuna imza atmak alışkanlıkları haline geldi.

Her 1 Mayıs’ta devleti yöneten siyasete medyan okuma denemeleri yapıldı. Büyük devrimler hayal edilerek yapılan bu gösterilerde kamu mallarına zarar vermek, yakıp yıkmak masum eylemler olarak kabullenildi. Soluğu işçi grevlerinde, üniversite önlerinde alan kadrolu provokatörlerin arasına artık seçilmiş milletvekilleri ve genel başkanlar da katılıyordu.

“Bu sefer yıkacağız” umudu ile toplanılan meydanlardaki devrim denemelerin finali ise 2012’nin Mayıs ayında Gezi Parkı’nda yapıldı. Ayrışmayı, kamplaşmayı ve her ne olursa olsun keskin bir bölünmeyi hedefleyenlerin çok hızlı ve sistemli bir şekilde organize ettiği Gezi olayları, eski devletçi yeni devrimcilerin son kozu oldu. Meydanların ‘ideolojik renkliliği’ ile övünenler ekranlarda “evet bu bir devrim, halk devrimi” romantizmi yaparken binlerce araç ateşe verildi, bankalar yakıldı, mekanlar kundaklandı. Şiddetin her türlüsünü kutsayan gazeteler ve gazeteciler de devrim için sokaklara çıkıp, son bir ümit iktidar devirmeye soyundu. Ama olmadı. Devrim gerçekleşmedi. Fakat o büyük bölünme yaşandı.

Televizyonda gördüğü Brooklyn Köprüsü’ne gıpta edenler kendi yaşadıkları şehirde yapılacak Boğaz Köprüsü’ne savaş açmıştı o meydanda. ‘Türkiye Türklerindir’ mottosunun altında vatanseverlik yapan gazeteciler, sokak teröristlerinin yaktığı polis araçlarının, belediye otobüslerinin önünde hatıra fotoğrafı çektirip, “ne varsa gençlerde var” tweetleri attı.

İkinci kırılma ise PKK’nın saldırılarıyla gerçekleşti. Çözüm sürecine kan doğrayan teröristler ile eski devletçiler kol kola girdi. Karşıtlığın, körü körüne muhalefetin çivisini çıkaranlar bir anda PKK sempatizanı oldu. Aynı mahallede oturduğu, yüz yüze baktığı komşusunun oğlu vatan için canını verirken, onlar içinde “katil TC” geçen cümleler kuruyordu.

Türkiye canhıraş bir şekilde Suriye’deki mazlumlara, Ayn el Arab’tan kaçan halka kucak açarken, PKK’nın sokağa dökülme çağrısına uyanlar askerlerimizi, polislerimizi taşladı. Nişantaşı kafelerinde sosyalistlikten, solculuktan, eşit şartlardan bahsedenler yetimlere, öksüzlere, savaştan kaçan kadınlara kucak açan devletlerine ağız dolusu küfürler savurdu sosyal medyada. Manşetleri başka merkezlerde hazırlanan bir kısım medyanın, idol gazeteci abilerin-ablaların ve kanaat önderlerinin yaydığı bu virüs büyük bir hızla yeni bünyelere nüfuz etti.

Yıllarca bu ülkeye ‘altın nesil’ yetiştirmekle övünen, “eğitim faaliyetlerimiz ortada, ‘milli ve yerli’ kavramlarının tam karşılığı bizleriz” diyerek sistemin kılcal damarlarına sızanlar, devlete hançer üstüne hançer vurmaya kalkıştı. Yanlarında da yıllarca zulümlerinden şikayet ettikleri eski devletçiler vardı. Bu ilginç koalisyon bir koro halinde halkın seçtiklerini dünyaya ‘ispiyon’lamakta birbiriyle yarıştı.

Duruma ve söylemlere göre Merkelci, Esedçi, İrancı oldular. İsrail, Türkiye’den özür dileyecek, Mavi Marmara için tazminat ödeyecek diye ödleri koptu. Türkiye uluslararası arenada güçlü görünmesin diye başka ülkelerin liderlerine muhabbet beslediler. Yeni kahramanları ekonomisi iflas etmiş Yunanistan’ın Başbakanı oldu. Erdoğan’ın dünyayı yöneten liderler ile verdiği samimi görüntüler Arap dünyasında, masum coğrafyalarda övünç sebebi olurken, içimizdeki vatansızlar kin ve nefretlerini kustu.

Bugün ise… Geçtiğimiz yıl “Erdoğan çok sağlam adam” dediği için “diktatör” ilan ettikleri Putin’in eteklerine yapıştılar. Dünün Amerikancıları daha vurduğumuz uçak yere çakılmadan “Rusçu” olup çıktı. Bir egemenlik meselesi olan sınır ihlalini sineye çekmekle kalmayıp Putin’e “Gel Erdoğan’ı vur” diyecek hale geldiler. 17 saniye bile yerli ve milli olamayanların iç acısını yaşıyor şimdi Türkiye. Bu zamana kadar sınırlarımız içindeki meseleler karşısında düşmanca tavır sergileyenler, Rusya krizi ile birlikte bir dış tehdit söz konusu olduğunda da çekinmeden gönüllü işbirlikçi olabileceklerini gösterdiler. 10. Yıl Marşı ile doğup Cumhuriyet mitingleri ile serpilenler, büyük nefretler besleyerek geldikleri ihanet çizgisini çok daha ileri noktalara taşıyacaklarının da mesajını veriyorlar artık. Toplumsal olarak çok kötü, dehşete düşüren bir görüntü bu. Liderleri her daim sus pus olan Arap toplumları, içimizden saçılan nefrete hiçbir anlam veremiyorlar. Her şeye rağmen güçlü kalan Türkiye ile avunuyorlar diğer taraftan. İçerideki hainlerin açtığı cepheleri de hesaba katarak, yılmadan, yıkılmadan dirilişini sürdüren bu Türkiye’yi biraz da ‘ayrılıkçılara’ borçluyuz sanırım…