Haftalardır, yazı yazmak için masaya oturduğumda, umut verici güzel bir şeyler söylemek istiyorum. Ama olmuyor, neredeyse her hafta kötü bir haberle sarsılıyoruz. Bizler daha ileriye gitmeye çalışırken, birileri kolumuzu, kanadımızı geri çekiyor. Hafızamızda unutmak istediğimiz bütün acılar önümüze yine dipdiri bir şekilde çıkıyor.
Tek kelime, “Halep” diyorum, ah Halep, düğüm düğüm bir şeyler yuvarlanıyor arkasından… Demek ki neymiş, yüz yıl önce sosyal medya da olsaymış, cep telefonları da olsaymış, her anı her fotoğrafı dünyaya paylaşmak için internet de olsaymış bir şey değişmeyecekmiş. Sağırlar hep sağır, dilsizler hep dilsiz. Değişen hiçbir şey yok. İnsanlığın yararına olduğunu zannettiğimiz her şey boşunaymış.
Halep diri diri mezara gömülüyorken, sabah akşam görüntüler ulaşıyor hepimizin cebine; anında, direkt elimize geliyor hem de. O kadar alıştı ki artık gözlerimiz, “halimize şükretmek” duygusu bile insana utanç vermeye, çocuklarımıza karşı sevgimiz bile acı vermeye başladı artık. Sonra onlar gece yastığa başını koyduklarında dualarını duyuyoruz, “Allah’ım Halep’teki çocukları koru, Suriye’dekileri de, Gazze’dekileri de, bütün Müslümanları koru, bütün çocukları koru, kedileri de koru, oyuncakları da koru” diye Allah’a dua ediyorlar. İçimiz perişan, içimiz allak bullak olmuş, insanlığımızı sorguluyoruz her gün ve bu psikoloji ile yutmaya çalıştığımız her ekmek lokması boğazımızda düğümleniyor. Biz bunları yaşarken, yıllardır insan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, eşcinsel hakları, doğa ve ağaç hakları adına kurulan, “hak” kelimesini dilinden düşürmeyen tüm kurum ve mahkemelerin yaşananlara kör ve sağır olması da gözümüze batıyor. Bir taraf sevinç naraları atarken, diğer yandan kan gölüne dönmüş sokaklarda insanlığımız ölüyor.
Beşiktaş’ta patlama oluyor, şehitlerin acısı yüreğimizi sızlatırken, daha gözümüzde yaş kurumadan Halep alev alıyor. Bu coğrafyada gönül isterdi ki Türkiye’nin yanında daha birçok devlet olsun, her şeyle başa çıkmak zorunda kalan sadece Türkiye olmasın. Arap ülkeleri, utanmaya devam edin siz. Bizler şahidiz, hepimiz şahidiz, sadece Türkiye her şeyiyle yardımcı olmaya çalışıyor. Yüz yıl önce de öyleydi, yirmi yıl önce de altmış yıl önce de. Koridor açmaya ihtiyaç duyan tek ülke hep Türkiye oldu.
Yaşananlar bana Balkan Savaşlarını hatırlatıyor. O zaman sosyal medya yoktu ne de olsa, olup bitenleri acaba herkes takip edebiliyor muydu diye düşündüm. Türkiye’de okullardaki tarih kitaplarında neler anlatılmıştır bilmiyorum. Yaşadığım ülkede bu döneme ait yazılarda neler var çok iyi bilirim. İster tarih kitaplarında, ister edebiyatta hep aynı şeyler anlatıldı. Düşünsenize, ilerde bir gün Halep, İran sınırları içine girse ve Halepli öğrenciler şu yaşadıkları dönemi kitaplarında İranlı kahramanların başarıları olarak okusa ne hissederdi? Bizlere de burada Balkanlardaki sürgünler hiç anlatılmadı aslında, yıllardır hep “Türkleri nasıl kovduk” kahramanlık hikâyeleri anlatıldı. “Türkleri bu topraklardan kovan falanca kahramanların” hayat hikâyelerini okumak zorunda kaldık kısacası. Ama hiçbir kitapta o sürgünler ve yaşanılan katliamlar anlatılmadı.
Hiç unutmam, lisede öğrenciyken Makedonca dersi için bir dramı sınıfta canlandırmamız gerekiyordu. Kitabın konusu, Osmanlı döneminde bir paşa tarafından zorla kaçırılan bir Makedon kızın düğün gecesi intihar etmesiydi. O kız bıçağı göğsüne sapladığında “Öldüm ama iyi ki Türk olmadım” diyordu. Okulda dokuz Makedon sınıfına karşı tek bir Türk sınıfı öğrenim görüyordu. Hoca bunu bile bile bizim sınıfta bu konuyu işliyordu. Bizler asla bunlara inanmadık, güldük geçtik. 2012 yılında bile birçok yerde aynı konular ele alındı; Osmanlı’nın bu topraklardan çekilişinin yüzüncü yılı anısına seminerler, sempozyumlar düzenlendi. Dinlediklerimiz bizi sarsıyordu, yıllarca hiç konuşulmamış, yazılmamış, kimse gelip de her şeyi tek tek anlatmamıştı bize. Dedelerimiz masal niyetine arada bir söylese de tarihçilerimiz sustu yıllarca. Bugün Makedonya’da birçok farklı milletlerin olmasının nedeni, yukarıdan başlanılan etnik temizlik sonucu yoluna devam edemeyenlerin bu topraklarda yaşamına devam etmesindendi. Rumeli, Anadolu’dan işte böyle koptu.
Bosna’dan, Kosova’dan, Karadağ’dan, her yerden Müslümanlar evlerini terk edip bu göç ve sürgünlerin konvoyuna katılmış, Anadolu’ya yetişenlerin sayısı yolda ölenlerin sayısından çok daha azmış. Yabancı bir hayır kurumu görevlisi Karadağ’dan olup bitenleri takip ederken, çatışmalar durulduğunda Prizren’e gitmek istemiş ancak izin vermemişler. Nedenini o savaş alanından dönen yaralılar net bir şekilde anlatmış aslında, “burnu kırılmadık insan bırakmadık” diye cevap vermişler. Danimarkalı bir gazeteci de, “Sırp harekâtının Arnavut halkına yönelik dehşet verici bir katliama dönüştüğünü” yazmış. Üsküp Katolik başpiskoposunun Vatikan’a verdiği rapora göreyse, “Ferizay’da yaşı 15’in üstünde olan Müslüman Arnavutlardan yalnızca üçü sağ bırakılmış, Gilan’daki Müslüman nüfus katledilmiş, Yakova ise tümüyle yağmalanmış”. Rus devrimci Troçki de olup bitenleri yazan ender gazeteciler arasındaymış. “Prizren, ölüm krallığı gibi görünüyor. Arnavut ve Türk evlerinin kapıları çalınıyor, erkekleri dışarı çıkarıp anında vuruyorlar. Yağma, talan ve tecavüzlerin ise haddi hesabı yok” diyor.
Üsküp sırf Türk kimliği yüzünden Balkan savaşlarında en çok acının yaşandığı şehirlerden biriymiş. Osmanlı’nın Kumanova yenilgisinden sonra askerler geri çekildiklerinde Türklerin bir kısmı, askerin arkasına takılıp gitmiş, bir kısmı çetelerin saldırısı üzerine yollara düşmüş. Yabancı bir gazeteci, “Kadınlar ve çok sayıda yalınayak çocuklar, hazin kervanlara katılıp Selanik’e doğru inmeye başladılar. Birçok göçmen katledildi, kadın ve kızlar kaçırıldı veya tecavüze uğradı, hatta küçük çocuklar boğazlandı, bütün Makedonya’da amansız katliamlara giriştiler.” diye yazmış. Yine yabancı basında yer alan bazı haberlere göre (ki o zamanda çok az bu konuda bilgiler vermişler) asıl büyük felaket şehir dışındaymış. Üsküp yolunda, her yer yanıyor, çamura bulanmış yollarda, aç ve sefil “kör yürüyüşünü” sürdüren muhacirler kurşunlara ya da süngülere kurban gitmiyorlarsa açlıktan ve salgın hastalıklardan yaşamlarını yitiriyorlardı. Troçki, “Şehirde gündüz askerler, gece komitacılar işbaşındaydı. Türk ve Arnavut evlerine girip her seferinde aynı işi yapıyorlardı: Yağmalayıp öldürmek. Korkunç bir durum… Radoviş ile İştip arasında yaklaşık 2 bin Türk göçmen, çoğu kadın ve çocuk, açlıktan öldüler” diyor.
Makedonya bir cehenneme dönmüş. İngiliz konsolosluk raporlarına göre, “Kavala ve Drama yörelerinde, çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile yok. Kosova’dan göç yollarına düşenler Vardar Vadisi üzerinden Selanik’e gitmeye çalışıyorlar.” Tabii Selanik hâlâ Osmanlı toprağı olduğundan, Balkanlar’da sığınılacak son durakmış. Sonra oraları da kayıp gitti. Tarihçi Mark Mazower, Yunanistan’dan sürülen ve katledilen Türkler hakkında “Müslümanlar zorla yakalarına haç takmak zorunda bırakılıyor” diye yazmış. Amerikalı gazeteci John Reed ise Türk şehri olarak nitelediği Selanik’in ölümünü yazmış. “Türk şehir geriliyor. Camiler birbiri ardına yıkıntı haline geliyor ve her ay müezzinin yüzyıllardır ezan okuduğu bir minare daha susuyor ve ıssızlaşıyor. Selanik Türkleri can çekişiyordu. Kentin kendisi de can çekişiyordu: Ülkesinden koparılmıştı.”
Kentlerimiz geçmişte çok koparıldı ülkelerinden. Ama sen kopma Halep, sakın kopma…