Balkan kelimesi ne anlama gelir bilir misiniz? Sarp, geçit vermez, dağlık arazi… Balkanlar, coğrafi özelliklerden dolayı bu adı almıştır. Evet dağlıktır, yüksek dağları da vardır, yemyeşildir geçit de vermez. Çoğu zaman insanı yorar bu diyarlarda gezmek. Fiziksel bir yorgunluk da vardır elbette, ama o kadar karışık kültürler ve milletler barındırmıştır ki içinde, kim nedir, kimin kültürü kimin kültüründen etkilenmiştir diye çözmeye kalkışırsanız zihinsel bir yorgunluk da verir. Her insan yaşadığı yere benzer derler, bu bölgede yaşayanların çoğu da havasından, suyundan, dağlarından etkilenmiştir. Bu yüzden, başta soğuk bir görüntüyle karşılaşsanız dahi, aslında içlerinde öyle değillerdir.
Genelde ben Balkan kelimesini buradaki milletleri ve bütün bu bölgedeki bazı ülkelerin ortak değerleri yazdığımda kullanmayı seviyorum. Ama söz konusu Balkan Türklüğü veya bu bölgede yaşayan Türkler olunca Rumeli kelimesini kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü Osmanlı’ya göre bu bölgenin adı genelde Rumeli’dir. Tarihin her döneminde çatışmalara neden olmuş bu bölge, dört farklı medeniyetin etkileri ve sınırları arasında kaldığı için, bu bölgenin rahatlığı bir şekilde birçok bölgenin rahatlığını sağlar. Dünyayı savaşa sürüklemek isteyenlerin kırmızı düğmesidir Balkanlar. Eski Yunan ve Roma, Bizans, altı asırlık Osmanlı Medeniyeti, Katolik Avrupa kültürü, yukarıdan Rusya’nın etkisi derken hepsinin arasında kalmış ve yine de kendine “sarp, geçit vermez ve dağlık arazi” deyip bir şekilde kendi kültürünü korumayı başarmıştır. Haliyle bu bölgeleri yönetmek her şekilde zordur. Balkanlar’da barış bu nedenden ötürü çok önemlidir. Türkler Balkanlar’a ilk olarak Hun Hakanı Atilla zamanında gelmişlerdir. Osmanlı’nın bu bölgede ilk fethi ise Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa tarafından olmuştur.
Tarihe yeniden döneriz de şu anda bugünün bazı sorunlarını aktarmak istiyorum. Bugün burada birçok milletten insanlar ile konuştuğumuzda bizlere, yani burada yaşayan Türklere öyle sorular soruyorlar ki insanın çok sağlam sinirleri olması gerekiyor bu sorular karşısında. Rumeli bölgesinde yaşayan Türkler olarak, bu toprakları terk etmeyenler olarak, öyle zor durumlarda kaldığımız oluyor ki her şeye rağmen sabretmeyi öğreniyoruz.
Sabır burada mihenk taşımız. En basiti ise “Burada Türk kalmadı ki, hepsi gitti, siz Türk değilsinizdir kim bilir. Gelin vazgeçin bundan.” Bu birincisi, neredeyse ezber edilmiş gibi, bu cümleyle öyle çok karşı karşıya kalıyoruz ki artık alıştık, sadece gülüp geçiyoruz. Göç! Evet, göçler yoğun bir şekilde yaşandıktan sonra, burada kalanları bu gibi cümlelerle psikolojik baskı altına alarak ya asimile etmeye çalışıyorlar ya da buradan gitmelerini sağlıyorlar. İkincisi, “Türkiye gibi bir ülkeniz var, ne kadar da güçlü, orada her şekilde daha iyi yaşarsınız, burada yaşayıp kendinizi mahvediyorsunuz.” Vazgeçmiyoruz! Devamı geliyor, “Sanki Türkiye’nin çok da umurundasınız”. İnanmıyoruz! Ardından “Türkçe ile ne başarabilirsiniz ki, yazdıklarını buralarda sadece azınlık olarak yaşayan Türkler anlıyor, farklı dilde yazın, üretin, farklı dilde okuyun, zaten az okullar var, ne de olsa ilerde işinize yaramayacak Türkçeniz.” Yazmaya devam ediyoruz!
Bu gibi psikolojik baskılara maruz kalıp ağlayıp sızlandığımızı zannedenleri yanıltmak için elimizden geleni yapıyoruz. Sorunlarımıza, birbirimizle olan muhabbetimize gelince, orası da karışık. Baktılar ki olmuyor aralarına nifak tohumları ekelim, farklı ideolojiler, farklı partiler, farklı dernekler, farklı dergiler, ne kadar çok “farklı” olursa o kadar iyi diyorlar. Yugoslavya döneminde “farklı” olmak zordu elbette, dilde özgürlük vardı ancak farklı fikirlere yer yoktu, devlet kendince o sorunları ortadan kaldırıyordu (ama bir yerlerde gizli de olsa yazılıp çizildi). Ancak ne olduysa doksanlardan sonra oldu. Savaşlar oldu, bölündük, bitti! Sonrasında ise malumunuz, FETÖ kolejleri açıldı, diğer yandan Vahhabiler geldi, Avrupa menşeli üniversiteler açıldı, ortalık daha da karıştı.
Bütün bu karışıklıktan sonra herkes gardını aldı, kendi milli ve manevi değerlerine sarıldı. Kimsenin kimseyi asimile etmeye vakti de kalmadı. Sonrasında Türkiye güçlenmeye başladı, Türkiye’nin son on beş yılını siz benden iyi bilirsiniz, bundan sonra durum biraz değişti.
Şunu unutmamak, hatta altını çizerek birkaç kez okumak gerek: “Balkan Türkleri Anadolu’dan gelmiş Türklerdir.” Bizleri burada ayakta tutan da Anadolu’yu koruyan güçtür. Bu güç bizlere kendini günde beş defa kendini hatırlatıyor. Hem de Anadolu yiğitlerinin yaptırdıkları camilerin minarelerinden yükseliyor bu ses.
Yukarda zikrettiğim gibi, o dört farklı medeniyetin sınırları içinde yaşadığımız bir bölgeden bahsettiğimi unutmayarak, bundan sonra o medeniyetlerin buralara olan etkilerini anlatmadan geçemeyeceğim. Türkiye bölgede güçlenmeye başladıktan, buralara olan yatırımları çoğaldıktan sonra; eğitimde, sağlıkta, ekonomik olarak bu bölgeye olan duyarlılığı başladıktan sonra, tabiri caizse diğer medeniyetlerin elleri üzerimizde türlü oyunlar oynamaya başladı. Gezi Olaylarından başlayarak, orada neler olduysa aynıları buralarda da yaşandı. Türkiye’ye dokunan eller burada da kol gezmeye başladı. Biliyorsunuz, Osmanlı Balkanlar’da güçlenmişti, Balkanlar’da da kaybetmişti. Yeni Türkiye’nin gücünü hissedenler ilk olarak bu bölgeleri koruma altına aldı. Bir şekilde çekiştirilen bir bölge oldu. Balkanlar Osmanlı için de önemliydi, Anadolu Beylerbeyi terfi ederse, Rumeli Beylerbeyi olurdu. Rumeli Beylerbeyi terfi ederse vezir olurdu. Günümüzde de buralarda görev yapmış, sonra da Türkiye’ye dönünce terfi etmiş birçok devlet görevlisi var. Karışık bir bölgede kazanılan tecrübe çok önemli çünkü.
Tarihe dönelim yine, meşrutiyetin ilk yıllarında Balkan devletlerinden birkaçı aralarında gizli ittifak anlaşmaları imzalıyordu, hem de Rus Çarının hakemliğinde. Osmanlı parlamentosunda birçok yabancı ajan bulunuyordu. Türk milletvekilleri arasında ise İttihatçı ve muhalifçi gibi bir bölünme mevcuttu. İç idare böyle karışıkken, Balkanlar Osmanlı’ya karşı hazırlanıyordu. Rusya bu bölgede savaşa müsaade etmeyeceğini söyleyince Babıali rehavete kapıldı. İttihatçıların devlet tecrübelerinin olmaması, dış politikayı bilmemeleri ve türlü hilelerle Osmanlı’yı savaşa sürükledi. “Paşa böyle istiyor” gibi, emrin kimin tarafından verildiği bilinmeyen cümleler de yaygınlaşınca olan oldu.
Geçen hafta, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan grup toplantısında bürokrasiyi eleştiren cümleler sarf edince nedense aklıma bu geldi. Cumhurbaşkanı’nın “Beyefendi öyle istiyor” konusundaki eleştirilerini duyunca, buralarda yolunda gitmeyen bazı konuların da büyük ihtimal bürokrasiye takıldığını düşündüm. Bizlere düşen tarihten ders çıkarıp safları sıklaştırmaktır. Bizler orada olmasak da hep aynı saftayız. Arada başka şeyler var, onları çözecek olan tek kişi Cumhurbaşkanı’dır. Bu mektup da onadır, Rumeli eyaletinden gönderilmiştir, görülmüştür.