Üsküp sokakları yine hareketli, yakında seçim var. Seçimi isteyenler ve istemeyenler, karşımıza “renkli bir devrimle” çıkıyor Üsküp’te. Bakalım bunun sonu ne olacak, hangi renk kazanacak.
Uğultu, fikirlerin topluca söylendiği bir masa başı şarkısı, yahut başı kalabalık bir şehrin miting meydanı gibi. Uğultu, dağılan ruhun parçalarını uçuran rüzgârın sesi. Üsküp, bu uğultuları ayıklamaya çalışan bir şehir; sükût bir bekçi gibi kol geziyor sokaklarında, gündüz ve akşam kılıktan kılığa giriyor. On dört yıl bu şehrin ruhunu yazmaya çalıştım. Hayatta hiçbir şey tesadüf değil, bu şehrin mektuplarını yazma görevi benim sırtıma yüklendi. Ama ben en çok devrik cümleler yazdım. Deveye sormuşlar neden boynun eğri diye, nerem düz ki demiş, o misal. Taşından, toprağından, suyundan, havasından selam ve birkaç kelam ile başlamak her mektubun mihenk taşı. Sonra bu şehrin uğultularını dindirmek ve sıradan bir günü anlatmaya çalışmak… Ama nasıl? Âdet yerini bulsun diye tüme varmak için tümden gelmeye çalışalım biraz. Bölmeden olmaz tabi; Vardar’ın bu tarafı ile “öteki” tarafı, bir Üsküp klasiği…
Vardar’ın bu tarafı kaça ayrılır bilir misiniz? İşte bir yolculuk daha! Bu şehrin parçalarını bulmak için tozu dumanı silip içine inmek istedim. Evet, bu tarafın insanları başta ikiye ayrılır: Müslümanlar ve Hristiyanlar. Müslümanlar kaça ayrılır peki; Arnavutlar, Türkler, Boşnaklar, Torbeşler, Romenler vs. Sonra her milletin içinde küçük küçük cemaatler, siyasi partiler, her cemaatin içinde küçük küçük hesaplar. “Türkler kaça ayrılır” sorusu ayrı bir hikâye, eski Üsküplüler, yeni Üsküplüler, “Meddah medresesi” mezunları ile “Velika Medresa” mezunları, o particiler, şu particiler diye uzayıp gidiyor liste. Bölüne bölüne parçaları birbirine karışmış kocaman bir puzzle olmuş bu şehir. “Balkanika” diyorlar bizde bu karışıma. Ülkemin nüfusu iki milyon oysa. Ama azınlıklar ve onların da içindeki azınlıkları hesaba katarsak sayı katlanıyor. Bu kocaman tablonun parçalarıysa Üsküplü bir Türk gencin içinde dağınık olarak yaşıyor. Herkes safını belirlemiş, “multietnik” bir toplumda postmodern bir Müslüman olup yeni çağa ayak uyduruyorlar.
Üsküplü bir genç, sabah uyanıyor ve zemine sağ ayağıyla, “Bismillah” deyip basıyor, yoksa işleri ters gider, öyle öğretmiştir annesi. Çaydanlığın sesi şiir tadında olsa da “Made in Turkey” bardaklardan çay içip kahvaltı ediyor güzelce. Çantasını alıp okulun yolunu tutuyor sonra. Çantasındaki kitaplar birbiriyle dargın, “multietnik” onlar da, içeride adeta bir dünya savaşı yaşanıyor. Bu genç, evden çıkıp tekrar eve dönene kadar üç dil konuşabiliyor. Bakkalla Arnavutça, postacıyla Makedonca selamlaşıyor. Okuluna girince kendi Türk sınıfını arıyor, öğretmeni ve arkadaşlarına günaydın diyor. Türkçe dersinde ana dilinin tüm detaylarını öğrenmeye çalışıyor. Makedonca dersindeyse “bir dilekçe nasıl yazılır” türünden metinlere bakıyor. Yabancı dil olarak genelde iki dil öğretiliyor lisede. İlkokulunda Fransızca veya Almanca dersini görmüşse lisede bunun derecesi daha ileri seviyeye taşınıyor, yanına bir de İngilizce ekleniyor. Bir yıllığına Latince de öğretiliyor. Bunlar sadece dil dersleri, fen bilimleri, coğrafya ve tarih gibi dersler derken her genç gibi o da eğitimine önem veriyor. Teneffüslerde sınıfların kapısı açılınca herkes bir uğultuya doğru koşuyor.
Bu şehrin gençleri aslında birbiriyle iyi geçiniyor. Üç-dört farklı müziğin ezgileri gibi birbirine karışıyorlar. Sentezler içinde etnolar kendini belli ediyor yine de. Okuldan sonra mutlaka çarşıya uğruyor Türk genci. Tavlasıydı, dominosuydu, ince belli bardakların kaşıkla imtihanıydı derken yüzyıllık çınar ağacının serin gölgesi altında kahkahalar semaya uçuyor.
Çarşı kepenkleri kocaman uğultuyu bıçak gibi keserken, herkes akşam yemeği için evine, mahallesine, semtine çekiliyor. “Yemekte ne var” sorusu çıkıyor karşımıza. Eti severiz, huyumuz kurusun, et olmazsa yemek bütün asilliğini kaybediyor. Pilav da varsa yanında ne âlâ. Çorbayla başladığımız ziyafette ana yemek yenilirken “okul nasıl geçti?” soruları gençleri terletiyor. Tatlı kısmında her şey tatlıya bağlanıyor çok şükür. Ve yemek sonrasının olmazsa olmazı: Çay. Herkes köşesine çekiliyor akşam olunca. Namazlar kılınıyor, ezan sesleri içinde huşuyla çay demleri sarıyor şehri.
Daha geç saatlerde Vardar’ın diğer tarafına akın etmeye başlıyor gençler, hele cuma günüyse, ödev derdi de yoksa Taş Köprü’de insan trafiğinden geçilmiyor. Eskiden kepenklerin sesiyle birlikte çarşının ışıkları sönerdi ama son yıllarda akşam olunca Üsküp Türk Çarşısı da bir hayli canlandı; o da etno modasına ayak uydurmaya başladı. “Ben de varım” diyor kendince. Nargilesiydi, kahvesiydi derken kaldırımlar geceleyin lamba ışıklarıyla bir renk cümbüşüne bürünüyor; şehrin iki tarafı birbiriyle yarışıyor. Vardar’ın diğer tarafındaki “club”lardan gelen sesler, Türk Çarşısı’ndan yankılanan Türkçe şarkılarla köprüde karşılaşınca kılıç kalkan ekibi gösteri yapıyor sanırsın. Sabah çay yudumlayan gençler akşam “makiyato” kahvesi içiyor. Eski Yugoslavya’nın hasretini çekenler o döneme ait şarkılarla nostalji yaşıyor.
Kısacası, ne ararsan var Vardar’ın etrafında. Aynı masada üç farklı milletten gençler oturup memleketin halini konuşuyor. Gidişata bir yorum katmak boynumuzun borcu elbet. Sonra herkes evine dağılıyor. Kulaklardaki uğultu onlarca parantezle eşlik ediyor bu kısa yolculuğa. Köprüden yine bir insan akını geçiyor; herkes kendi safına doğru ilerlerken yeniden kendi kimliğini giyiyor üzerine. Vardar her gün şahitlik ediyor bu olanlara. Her ne kadar R.E.M’in “Losing My Religion” ya da İndila’nın “Derniere Dance” şarkısını az evvel kahve eşliğinde mırıldanmış olsa da, evine doğru giderken dağılan ruhu yavaş yavaş daha sıkı sarmaya başlıyor bedenini, kenetleniyor adeta. Bir Rumeli türküsü tutturuyor kaldırımlı yollarda, göz göz evler ve bu evlerin avlularında “komşi kapiciklar” puzzle parçalarını bulmaya yardım ediyor. Kapıyı açınca tedirgin bir anne çıkıyor karşısına “Çok şükür eve gelebildin, aman evladım kaç kere dedim sana gecikme diye, durumlar karışık görmüyor musun” sözleri herkesin içine tuhaf bir korku salıyor. Çünkü bu “karışık durumlar” hiç bitmez burada.
Velhasıl, uğultular bu şehri geceleyin terk ediyor. Herkes başını yastığa koyunca Üsküp de dönüyor aslına…