İnsanın kendini yaşından olgun hissettiği anlar olur. Geç kalınmış bir mektup gibi düşünün, ne bileyim, sanki beş yüz yıl önce yazılmış ama elinize yeni ulaşmış. O mektubun yaşı gibi hissedersiniz, geç kalınmış ama hisleri derin bir mektup. Bu şehir de eski, bu şehir de olgun, o da sıkıntılı zamanlar geçirdiğinde sanki hislerini insanların omuzlarına yüklemiş.
Bu aralar tuhaf bir şekilde griye bürünmüş her yer. Bir aydır (belki de daha çok) gökyüzünün rengini göremedik, siyah-beyaz bir filmin içinde yaşıyoruz sanki. Bu da insanları etkiliyor, özellikle duygusal olanları. Vatanın dışında kalanların hislerini daha önce yine bu köşede bir cümleyle özetlemiştim aslında: “Siz nasılsanız biz de öyleyiz”. Üsküp ya da genelde bütün Makedonya’da bu günlerde tuhaf sıkıntılar var. Bu da omuzlarımıza yüklenince halet-i ruhiyemiz hiç de iç açıcı değil. “Halet-i ruhiye” dedim yine, böyle zamanlarda eski kelimeler kullanmak geliyor içimden. Hatta mümkün olsaydı da sizlere o dönemlerden bir mektup yazsaydım keşke, yine bir Üsküplü olarak, yine Rumeli’den tabi.
Bu elbette imkânsız bir şey, havanın getirdiği kasvet böyle hisler uyandırıyor insanda. Bütün bu cümleleri yazarken, yazı hangi konuyu açacak diye merak içerisindeyken, aklıma nedense Şair Âşık Çelebi geldi. Geçen yazımda Üsküp’te gençlerin kullanması ve yararlanması için açılan bir kütüphaneden söz ettim. Kitap derdimiz vardı, özellikle Türkçe kitaplara ulaşmak için Türkiye’ye gidip satın almamız gerekiyordu. Bu da ayrı bir dertti tabi, öğrenciysen hele, imkânlar kısıtlı oluyor. Bizler bu derdi çekmiştik üniversite yıllarında, ancak sonra buna bir çözüm aradık, başta herkes evindeki kitapları getirdi, sonra Türkiye’de okuyan arkadaşlarımız orada aldıkları kitapların hepsini Üsküp’e getirdi. Bizler de ilk özel Türkçe kütüphaneyi kurduk şehrimize. Günden güne yayınevleri, bazı kurum ve kuruluşlar da yardımcı oldu. Adını da Üsküp için önemli bir zat olan Şair Âşık Çelebi’den aldı. Üsküp’te bir kütüphaneye ancak bu isim yakışırdı. Neden mi? Açıklayayım biraz.
Türbesi Üsküp’ün meşhur Gazi Baba tepesindedir, zaten Gazi Baba da ismini Şair Âşık Çelebi’den almıştır. Kendisi kadılık görevinde olduğu için ona “Kadı Baba” denilmiş, zamanla Kadı Baba, Gazi Baba olarak değişmiş. Nev’izâde Atai’ye göre Âşık Çelebi Üsküp’teyken âşık olur, burada bir maşuku varmış, bu ıstıraptan da akciğer zarı iltihabı hastalığına yakalanarak şifa bulamamış ve yine Üsküp’te ölmüş. Şair Âşık Çelebi’nin doğum yeri de aslında Üsküp’e bağlı olan Prizren’miş. Miladi 1520 yılında doğmuş. Onu Meşâirü’ş-Şuârâ eseriyle, yani Şairler Tezkiresi ile tanırız. Babası yine bu bölgede kadılık yapmış bir seyyid ailesindenmiş. Annesi de nüfuzlu bir sülaledenmiş, meşhur şair ve âlim olan Müeyyedzade’nin kızıymış.
Soylu bir aileden gelen Şair Âşık Çelebi, genç yaşta yetim kalır. Önce annesini, on dört yaşına gelince de babasını kaybeder. Henüz on beş yaşındayken ise Rumeli’den İstanbul’a gider. O yaşta olmasına rağmen tahsiline İstanbul’da başlar. Hem de devrin ünlü hocalarından ders görerek çok iyi bir eğitim görür. Soylu bir ailenin torunu olması çevre edinmesine yardımcı olur. Asıl adı Pir Mehmed’tir, İstanbul’dayken Âşık mahlasını kullanmıştır. Çocukluğu Rumeli’de, okuma çağını İstanbul’da geçirir. Günümüze dönüp baktığımızda, bizim kütüphanemiz de Üsküp’te kuruldu ancak kitapla donatılması İstanbul’un yardımıyla yapıldı. Dönemler ve devirler ilginç bir şekilde bağlar kuruyor işte yine; halet-i ruhiye meselesine “flashback”ler eşlik ediyor.
Şair Âşık Çelebi, mesnevi şairi Sururi, Taşköprülüzade, Zati, Taşlıcalı Yahya, Hâyali, Rahîki, Kandî, Hasan Çelebi, Ebussuud Efendi gibi hocalar ve şairlerle tanışmış ve onlardan dersler almış. Tezkiresini yazmak için İstanbul’da bulunduğu dönemde geniş bir çevreye sahip olmanın faydasını çok görmüş. İlk görevlerinden biri Bursa Mahkemesinde kâtiplik vazifesiymiş, daha sonraları ise Sultan Vakıflarına mütevelli tayin edilmiş. Burada beş yıl görev yaptıktan sonra ise Bursa Vakıflarını teftiş eden Rüşenizade’nin kendisi hakkında iyi bir rapor vermemesi üzere bu görevden azledilip İstanbul’a dönmüş; Ebussuud Efendi’nin fetva kâtipliğini yapmış, hocası Muhyiddî’nin ölümünden sonra ise icazetnamesini almış. Ardından mülazım olmuş ve Silivri’de kadılık görevine başlamıştır. Silivri’den sonra Priştine’ye tayin edilmiş, oradan Serfiçe’ye (Yunanistan’da bir kasaba) sonra da Narda’ya tayini çıkmış. Oradan da Âlaiye’ye (Alanya) kadı olarak gönderilmiş. Gittiği bazı yerlerde asılsız suçlamalara maruz kalmış. Uğradığı bu suçlamalar karşısında hislenip mesneviler, şiirler yazmış. “Ben anlardan taleb itdükde teftiş, reva mıdur görem âzâr u teşviş” gibi beyitlerinden bunu görmek mümkün. Rusçuk (Bulgaristan), Kıratova (Makedonya) gibi bölgelerde kadılık görevine devam etmiş. Bütün bu tayinler sırasında bir taraftan tezkiresini tamamlamış ve bir şekilde Sokollu Mehmet Paşa’ya takdim etmiş. Bunun üzerine ölünceye kadar aynı vazifede kalmak şartıyla Üsküp kadılığına tayin edilmiş.
Çelebi, Üsküp’te zatülcenp hastalığından kurtulamayarak 1572 (979) yılında vefat etmiştir. Evliya Çelebi’ye göre Üsküp’te bulunan Lokman Hekim Tekkesindeki mezar taşında şair Cenanî’nin söylediği “âşık sefer eyledi cihândan, 979” tarihi yazılıymış.
İşte bu mezar, 1963 Üsküp depreminde tamamen yıkılmış. Mezarının üstü toprakla örtülüp bir kez daha gömülmüş Âşık Çelebi. Ne hikmettir ki Şair Âşık Çelebi’nin ilk görevi Bursa’ymış ve oradan başlayan iftiralar onun şehir şehir gezip kadılık yapmasına neden olmuş. 2012 yılında ise Bursa Büyükşehir Belediyesi ile Üsküp’ün Çayır Belediyesi türbeyi restore edip Çelebi’ye yüzyıllar sonra bir iyilik yaptılar. Özellikle Bursa şehrinden gelenler, sanki beş yüz yıllık eski bir mektubu günümüze ulaştırmış gibiler. Beş yüz yıl sonra gelen bir özür mektubu gibi, bir vefa borcu gibi…