Balkanlar hep soğuk rüzgâr mı gönderir sanıyorsunuz? Bazen oradan bir kardeş mektubu da kapınızı çalabilir. Bu benim Gerçek Hayat’taki ilk yazım, dergiye Üsküp’ten her hafta bir yazı ile katkıda bulunacağım. Bunu, kadim bir Osmanlı şehrinden gönderilmiş bir selam olarak da kabul edebilirsiniz.
***
Üsküp’e bahar gelince, değişir yüzü. Sis yakışmaz ona hiç, kışı bazen soğuktur. İki yüzü vardır şehrimin; Vardar ırmağı ayırsa da Taş Köprüsü (Fatih Sultan Mehmet Köprüsü) iki yakasını birbirine bağlar. Bir yanı ekmek kokar; vatandır, tarihtir, izleri derindir. Birindeyse farklı bir hava eser, yabancısı olursun; ruhun donar, bir heykelden farkın kalmaz. Bir şehir gider mi hiç, uzaklaşabilir mi yaşadığı yerden? Durup dururken hayalet bir şehire dönüşebilir mi? Gerçekten de şairin dediği gibi “kaybolan şehir” midir bu şehir? Yok yok, kaybolmadı hâlâ, o burada ve sapasağlam yerinde, yoksa biz nasıl nefes alırdık. O da meşhur soğuk hava rüzgârımız gibi, kızıyor ve esip gidiyor bazen, bir bakmışsın yine yuvaya dönüyor. Çünkü biz her defasında arkasından su döküyoruz. Geçenlerde uykuda yakaladım onu, uyandırmak istedim ama olmadı. Bu şehir maziden kalan tatlı rüyalar ile avunarak derin bir uykuya dalmış. Köklerinden koparılmış, farklı bir toprağa dikilmiş bir gül gibi kâbusu yaşıyor.
Ne zaman içim daralsa, ayaklarım çocukluğumda dizlerimi kanattığım o mahalleye gidiyor. Ne zaman Üsküp’le kavgaya başlasam, koşup yine onun taşlarına yaslanıyorum. Ne zaman umutsuzluğa kapılsam Kurşunlu Han’ın kapısından içeri bakıyorum. Hani insan kızdığı şeye sevda duyarmış ya, ben de öfkemi alıp Üsküp’ün kalbine iniyorum. Yahya Kemal Beyatlı geliyor aklıma, onun çocukluk ve gençlik hatıraları.
Birkaç ay önce, Yahya Kemal’in doğumunun 131. yılı anısına Üsküp Türk Çarşısı’ndaki tarihi Davut Paşa Hamamı’nda bir konferans düzenledik. Köprü Kültür Sanat Derneği ve Üsküp Yunus Emre Enstitüsü ile ortaklaşa düzenlediğimiz bu konferansta duyduklarım beni alıp uzaklara götürdü. Birbirinden değerli hocalar Yahya Kemal Beyatlı’yı, en çok da onun çocukluğunu anlatıyordu. Bir taraftan da onun eşsiz şiirleri yankılanıyordu tarihi hamamın duvarlarında.
Konuşmacıların sesleri bir uğultu haline gelip benden uzaklaşırken maziye gömüldüm; ruhum yüz yıl geriye gitti sanki. Kurşunlu Han’ın dokundukça güç aldığım duvarları, nedenini hep merak ettiğim o ruh derinliğinin sırrı çözüldükçe sarsılıyor, daha bir kendime geliyordum.
Yahya Kemal Beyatlı’nın doğduğu evin benim doğduğum evin karşısında olduğunu anladığımda on yıl kadar önceydi; şaşırmış, sevinmiş, o heyecanla bir şiir bile yazmıştım. Hatıralarından birinde çocukluğunun Kurşunlu Han’ından bahsediyor Yahya Kemal. Geceleri sesler duyuyormuş; bir dönem mahpushane olarak kullanıldığından, oradaki mahkûmlar geceleri yanık sesleriyle türkü söylermiş. O da türküleri dinleyip hüzünlenirmiş. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda geceleri o handan sesler duyuyordum, tam da yüz yıl sonra. Ama türkü değildi dinlediklerim. Üsküp Jazz Festivali yazın her gece konserlerini o handa gerçekleştiriyordu. Evime yankılanan seslerden ötürü ne uyuyabiliyor, ne sınavlarıma çalışabiliyordum.
Bir yandan sunumları dinlerken, maziyle bugünün arasında denge kurmakta zorlanıyordum. Kâh bugündeydim, kâh mazide… Yahya Kemal yine bir hatırasında, evinin arka bahçesinden görünen bir mezarlık olduğundan bahsediyordu. Aklımı zorlayarak geriye gitmeye, her detayı büyük bir dikkatle hatırlamaya çalışıyordum. Çünkü ben her gün evimin kapısını açıp dışarı çıktığımda, viran bir ev ile bitişiğindeki Hüdavendigâr Camii arasında duran, sarmaşık ve otlardan görünmeyecek şekilde birkaç mezar taşı dikkatimi çekiyordu. Acaba o mezarlık bu mezarlık mı? Şimdi o taşlar bile yerinde yok; nereye gittiler, nasıl gittiler muamma. Yüzlerce “keşke”min yanına biri daha ekleniyor: Keşke o ev hâlâ yerinde dursaydı…
Çocukken koşuştuğum o mahalle, koca bir şairin çocukluk hatıralarında nasıl da derin izler bırakmış meğer. Her umutsuzluğa kapıldığımda Kurşunlu Han’a gidip var gücümle onu uyandırmaya uğraşmanın sebebi bu muydu acaba? Şairin Üsküp’ten ayrılışı, bu şehrin ecdat toprağından söküldüğü zamandı. Bu şehrin çığlığını iliklerine kadar duyan şairin karamsarlığı ona “Kaybolan Şehir” dedirtti, ama sonunda yine umutla bakmayı bildi: “Biz sende olmasak bile sen bizdesin gene…” Nerede bu şehir? Tırnaklarım aşındı toprakları kazıyıp onu aramaktan, başını eğmiş, toprağa gömülmüş dizlere kadar, bir dönse keşke, sarsa yeniden bizi: “Kökü mazide olan atiyim…” Vardır bunda da bir hayır diyorum. Vardar’a kapılıp gidiyor ruhum, akıyor durmadan, yıkıp geçiyor etrafını. Şiirler takılıyor aklıma paramparça, kesik kesik cümleler çıkıyor karşıma: “Hicretlerin bakiyesi hicranlı duygular, mahzun hudutların ötesinden akan sular…”
Beynim zonkluyor, içimdeki dalgalar bütün gemilerimi deviriyor, alaboraya kapılıyorum. Bu şehri kurtarmak için gücüm tükeniyor sanıyorum, şu haline baksana diyorum içimden. Kimsin sen, kimin şehrisin? Bütün bu hesaplaşmanın imdadına günde beş kere etrafımı, bu mahalleyi kuşatan ezanlar yetişiyor, dört bir yandan sarsıp beni kendime getiriyor. Ya onlar olmasalardı, ya sabahın seherinde evimin içini çınlatan bu ses kapımı açmasaydı hiç? Bir şükrüm bir keşkemi yeniyor, bu ruh savaşında tek tek deviriyor dikilen tüm heykelleri, sis perdesi aralanıyor ve ben daha güzel bir güne uyanıyorum.
Eve dönmeyi bilen, bu şehrin iniltilerini bizzat duyan şair, aradan yüz küsür yıl geçti, biz de evimize kavuşalım artık. Umudumuz acımızı bir gün yenecek elbet, sökülen tüm yadigâr ve emanet taşlar imdadımıza yetişecek, yeniden inşa edecek bu şehri, gamdan kederden uzak bir lale bahçesine dönüştürecek…
“Rumeli’de Türklüğün tekâsüf ettiği şehir olmasıyla Üsküp, Yahya Kemal Beyatlı’nın fikir ve sanat dünyasının özüdür” cümlesi ile bitirdi konuşmasını hoca. Ben de dağılan ruhumu oturduğum sandalyeden toparlamaya çalışırken buldum kendimi…