Üskübistan’dan sevgilerle

Makedonya’da gelişen Türk edebiyatı alanından müjdeli haberlerim var. Mademki bu bir mektup ve mademki bu mektuplar “Anavatana” gidiyor, o zaman buralardan arada sırada güzel haberler de vermek gerek. Belki de bu haberler biraz moral olacaktır, belki de biraz yaşanan sıkıntıları unutabileceğiz. Her sancılı dönemde yeni bir şey doğar bunu asla unutmayın.

Nedendir bilinmez (aslında çok iyi biliriz bunu) Makedonya ve Kosova’da gelişen Türk edebiyatından bahsettiğimiz zaman hep 1944 ve sonrasından başlarız. Kuşak kuşak, tek tek anlatırız. İlk kuşak, ikinci, üçüncü ve bizler, yani son kuşak. İlk iki kuşak edebiyatçıları ve yazarları için “en verimli dönem” deriz. Haliyle en çok kitap yayınları o dönemde, bir de yeniden Türkçeye kavuşma ve yeni alfabeyle yazılan ilk eserlerin gün yüzüne çıkmasının heyecanı var. Tito’nun ekseninde dönen bir edebiyat. Üçüncü kuşak ise çok farklı bir dönemde gelişti, 80’li 90’lı yıllarda, bir devlet yıkılmış, her tarafta yeni sesler yükselirken yazmaya başlayan gençler, fotokopiyle çoğaltılan dergiler, devlet veya farklı bir destek olmadan ayakta durma çabaları varmış. “Sesler “dergisinin sıkıntılı dönemine denk geldikleri ve bağımsız olmak istedikleri için de “Üçüncü” adında dergi çıkarmaya başlarlar, yayınlanan bazı kitaplar da vardır. Bugün tanıdığım birçok üçüncü kuşak yazarı aslında yazmıyor.

Bizler, Köprü dergisi ile kuşakları birbirine bağlamak istedik, dergimizin ilk sayılarında şahsen birçok yazardan yazı istedim, bütün kuşakların yazı gönderdiği sayılarımız da oldu. Yazmak, yayınlamak istikrar isteyen bir şey. Devamı gelmedikçe bir heves olarak süzülüp gidiyor tarihin sayfalarına. Bizler bunu bu yola koyulduğumuzda aklımıza kazıdık, hele ki önümüzü kesmek isteyenleri görünce, daha da sarıldık buna. Birlik gazetesi kapanmış, onun yerine Türkiye’den Zaman gazetesi gelmiş; “Sesler” yok, aradan sızan bir Sızıntı vardı. Kendilerini ziyaret ettik, dergi çıkaracağız ya, herkesin fikrini almaya çalışıyoruz haliyle, ne de olsa vatandan gelmişlerdi. Bize teklif ettikleri şeyi duyunca biraz afalladık: “Dergi çıkarmaya ne gerek var, nasıl olsa bir iki sayı çıkarır sonra batarsınız (dergiciliğin kaderinde var), siz en iyisi gelin gazetemizde çalışın, burada yazın.”

Gençlik işte, sen misin “batarsınız” diyen, o gün bugün inat ettik. 2001 yılında ha patladı ha patlayacak bir savaş kapımıza dayanmıştı. Sıyırıp geçti o savaş, biz de tam o savaşın kapısında doğduk. Tam 15 yıl olacak 2017’nin Ocak ayında, heyecanımız dorukta. Elimizde sadece dergimiz vardı, ardından ilk özel kütüphane, yayınevi derken ağır adımlarla ama ileri doğru yol aldık. Bizim kuşak diğerlerinden biraz farklıdır, sadece 1944 yılında gelişen edebiyatı değil, biraz daha gerileri de araştırır (sırf bu yüzden bize “eskici” dediler). Ancak bizim cevabımız Beyatlı’nın şiirinde gizliydi: “Ne harabiyim, ne harabatiyim, kökü mazide olan âtiyim”

Makedonya Türk edebiyatı söz konusu olunca “1944 yılında başladı” demek, kuşaklara ayırmaya o dönemden başlamak haksızlık olmaz mı? Manyaslı Kadı Mahmud’a (1421-1451), Üsküplü İshak Çelebi’ye, İştipIi Abdülkerim Efendi’ye (v. 1606), İştipli Adli Hasan Efendi, Filorunalı Mustafa Efendi (v.1828), Manastırlı Daniş Ahmed Efendi (v. 1898), Manastırlı Naili Salih Efendi (v. 1876), Manastırlı Hafız Müşfik İsmail Efendi (v. 1877), Manastırlı Faik Salih Bey (v. 1899), Üsküplü Hasan Fehmi Efendi, Manastırlı Abdurrahman Fehmi Efendi (v. 1904), şair İzzet Basri Efendi, Şeyh Sadettin Efendi gibi daha birçok âlim ve şairi yok sayamayız.

Bu konuda daha çok araştırma yapılması gerek aslında. Bizler bu topraklarda bir dönem sadece bir rejimin tekrar Türkçe yazmaya izin verdiği edebiyatın değil de yüzyıllardır bu topraklarda Türkçe yazan âlim ve şairlere de sahip çıkarak geleceğe daha emin adımlar atabiliriz. Hatta Osmanlı döneminden daha önce bile Üsküp’e 30 km yakın olan Kumanova’da Kuman-Peçenek Türk Federasyonu bile kurulduğunu söylemeden geçemeyeceğim, yıl 1087. Bunun kanıtı da o döneme ait orijinal el yazmalarının yer aldığı, Venedik’teki Saint Marcus kütüphanesinde bulunan Codex Cumanicus’ta.

Biraz da günümüze gelelim, on beş yıldır ister dergiyle olsun, ister bazı sosyal faaliyetlerle olsun en büyük amacımız bu topraklara kalıcı bir şeyler bırakmaktı. Sayısı az veya çok olsun önemli olan Makedonya’nın bugününde Türkçe eserler yayınlamaktı. Divan Yayınları bu sebeple, Makedonya Türk Edebiyatı’nı ayakta tutmak adına kuruldu. Bu yılın altıncı kitabı da benim yirmili yaşlarda yazdığım denemelerden derlediğim Üskübistan oldu. İçinde yeni birkaç deneme olsa da genelde hepsi ilk yazdığım denemelerden oluşuyor. Bu bana cesaret verdi açıkçası, güzel bir duyguymuş. Gerisi gelecektir, çünkü ilk kitap bana göre bir sorumluluk veriyor yazarına, her zaman daha iyisini yapmaya da motive ediyor. Üskübistan, ne hikmetse 19 Aralık’ta tanıtıldı. Hem Türkçe bayramı arifesine, hem de sonradan imzalarken fark ettiğim 19.12 (2016) tarihine denk geldi. 1912 yıllarından sonra bu şehrin çığlıklarının arafta kalışını, kayboluşunu, kaybetmeyişini, haykırışını ben kendimce daha duygusal bir kalemle yazdım.

Sakarya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yılmaz Daşçıoğlu, kitap hakkında “Realist bir metinden ziyade fantastik, romantik bir metin oluşturulmuş. Gerçekten de denemeler arasında akıp giderken bazen bir şiir, bazen bir hikâye, bazen de fantastik bir metin okuduğumuz duygusuna kapılıyoruz: Leyla hanım kendi benini şehir üzerinden kuruyor” ifadelerini kullandı. Kitaptaki denemeleri okurken bir gencin bireysel sancılarını gördüğünü vurgulayan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Mehmet Samsakçı, “Yalnızlık, tabiatla olan münasebetleri, toprak, su, ateş ve hava bu denemelerde çok ciddi şekilde geçiyor. Ve denemelerin bir tanesinde ‘Şu an toprak olmak, toprağa dönmek istiyorum’ gibi bir ifade var. Bu bana çok çarpıcı geldi. Biz topraktan yaratıldık çünkü” dedi. Kitap hakkındaki konuşmaları dinleyince kendimi sınava çıkmış gibi hissetsem de benim için çok önemli ipuçları yakaladım. Bugüne kadar ilk kez toplu bir şekilde edebiyatçılar yazılarımı değerlendiriyordu, kendimi geliştirmek adına çok önemli noktalar yakaladım.

Evet, toprak benim için bu şehrin ta kendisiydi. Ecdadımın ayak izlerini sürdüğü toprağına inmek, o zamanı yakalamak istemiştim. Üskübistan ismine gelince… Bilirsiniz “-istan” hem yurt demek, hem de İstanbul’un baş harfleri. Bizim bir yanımız İstanbul’da kaldı. İstanbul, akraba demek bizim için, gurbet demek, kardeş demek, göç demek, veda demek, kavuşma demek. Bu arafta kalmış duyguları yazdım, Üsküp’ün kardeşinden ayrı kalışını ve ruhundaki sarsıntıları yazdım. Sonra “insan ve bu şehir” arasındaki kavgaları yazdım. Öyle ki İstanbul’un baş harflerini Üsküp’ün yanına ekleyince hayalimizdeki Üsküp oluyordu. Aynı zamanda, her şeyden kaçıp sığındığımız bir yurt oluyor bazen.

Ocak ayında iki kitap daha doğuyor aslında, çok sevdiğim, değer verdiğim iki arkadaşım şu anda hazırlıklarını tamamlıyor. Kitapların isimleri ise “Giden Üç Adam” ve “Divanını Yakan Şair”. Vakti gelince onlardan da söz edeceğim.

Benzer konular