Türkiye’ye açık mektup

Geçen günlerde Üsküp’ten Kosova’ya doğru yola çıktık, bu yolculuklarımız bizim alışagelmiş yolculuklarımızdır. Üsküp’ten Kosova sınırına yaklaşık 20 km var. Çok uzak bir ülke değil, haliyle bağlarımız da öyle birbirine uzak değil.  Makedonya’da yaşayan Türkler Prizren ile yakındır, Arnavutlar Priştine ile.  Akraba ziyareti olsun, kız alıp verme olsun, edebiyat alanında konferanslar olsun,  en basiti hafta sonu için bir değişiklik olsun, alışveriş de buna dahil, hatta üniversteler arasında bir araştırma olsun bu yollar epey aşınmıştır.  İlginç olanı yurt dışına çıkmış gibi de hissedemiyor insan, elinde pasaportun olsa da bu hissi yaşayamıyorsun. Zaten yıllar öncesinde yurt dışı da sayılmazdı, küçük cumhuriyetler ve iki özerk cumhuriyet ile Yugoslavya diye bir ülke vardı. Bu cumhuriyetler arasında yolculuk etmek için sadece nüfus cüzdanı yeterliydi. Son bir yılda ise yeni kanuna göre Makedonya’dan Kosova’ya yolculuk edenler zaten pasaport kullanmıyor, aynı o dönemdeki gibi nüfus cüzdanı ile yolculuk edebilme şansı var artık.

Yugoslavya döneminde gelişen bir de Türk Edebiyatı vardı. Bu edebiyatı temsil edenler ise genellikle Makedonya ve Kosova’dan yazarlardı.  İster şiirde ister çocuk edebiyatı alanında, hikaye veya öyküde, birçok dalda kitap yayınları olan, dergileri, gazeteleri olan donanımlı bir edebiyat vardı. Biz seksenlerde doğanlar ise hem şanslı hem de çok şansızız bu konuda.  Evet çocukluğumuzda bizim için yazan yazarlarımız vardı. Dergileri okullarımıza dağıtılıyordu, şiirlerini ezberliyorduk, hikayeleri ile hayaller kurabiliyorduk. Biraz büyüyüp elimiz kalem tutmaya başlayınca da onlarla tanışabiliyor, tecrübelerinden yararlanabiliyorduk. Ancak bizler büyüdüğümüzde o edebiyat yavaş yavaş sönüyor, gazeteler, dergiler kapanıyor, kitap yayınları da azalıyordu. Eskiden devletin desteklediği ne varsa kapanıyor, yerine de daha zor ve güçlü bir dönem başlıyordu.

Yugoslavya’nın dağılmasını sindire sindire yaşayanlardanız biz. Önce Slovenya koptu, ardından Hırvatistan koptu, sonra Bosna Savaşı, derken Kosova, bütün bunların başını çeken de Sırbistan. Miloşeviç’in konuşmalarını her gün televizyondan takip ediyorduk. Böyle bir dönemde kimler kitap yayınlarını düşünür ki, devlet elden gidiyor ve herkes bu pastadan bir pay almaya çalışıyor. Aynı koğuşta askerlik yapanlar birbirine düşman kesiliyor. Eski askerlik arkadaşını karşı cephede sana doğru namluyu uzatmış görüyorsun, gözünden yaş damlıyor ama tetiği çekmek zorunda kalıyorsun. Bütün bunlar yaşanırken biz çocuktuk, daha ilkokulda öğrenciydik. Okuduğumuz tüm kitaplardaki öykülerin bize aslında yalan söylediğini gördük. Öyle güzel bir kardeşlik dünyası vardı ki o öykülerde, hepsi bir hayal ürünü olarak kaldı geride. Bu idealist yazarlarla o dönemin kardeşlik ve birliğini yaymaya çalışan, bu konuya senelerini veren ve yazan yazarlar ile tanışabiliyor, eskiyi tartışabiliyor ve onların itiraflarını kendi kulaklarımızla duyabiliyorduk, bir taraftan da yalnızlaşıyorduk. Teker teker herşey elimizden kayıp gidiyordu. Bir tek kalem kaldı ve herşey sıfırlandı.

Yeniden dergi, yeniden gazete, yeniden kitap, yeniden toparlanmak gibi ağır bir yük sırtımızdaydı. Eleştirenler oldu herzaman olduğu gibi ama bu yükü görmeyen taraftan oldu hep. Hayatta olan yazarlar ise sadece “İşiniz gerçekten çok zor. İnşallah başarabilirsiniz” demekle yetindi.  Edebiyat böyle bir şey yaşarken, diğer taraftan ekonomik krizler de yaşanıyordu. Fabrikalar kapanıyor, hayat zorlaşıyordu. Devletin olan herşey özelleştiriliyordu. Böyle bir durumda buzu kırmaya çalışıp, kalem ile mücadele etmek gerçekten çok zordu. Bunu o dönemde bir grup arkadaşı ile dergi çıkarmaya çalışan, o dergiye Köprü ismini veren biri olarak söylüyorum. Son dönemde Türkiye’den birçok öğrencinin bitirme ya da yüksek lisans tezi için dergiyi incelemeye başladıklarını görüyorum. Bizleri sevindiren şeyler bunlar, ancak birçok kişi bu dergiyi çıkaranların  yaşlı olduğunu zannediyor. Tamam pek de genç sayılmayız ama yolun yarısındayız Sait Faik’e göre. Geçenlerde aynı dergiyi beraber çıkardığımız arkadaşım bir olay anlattı. Kendisi bizim Kalkandelen şehrimizdendi ve çok çalışkan her işi üstlenmekten korkmayan bir bayan arkadaşım. Yaşıtız da, beraber bitirdik üniversiteyi. Kafasına takmış geçenlerde ben de yüksek lisansa başvuracağım diye. İstanbul’da yaşıyor bir süreliğine, hazır ordayken derslere de başladı. Sınıfında hem yerli hem de yurt dışından öğrenciler var, konu da edebiyat. Konu Balkanlardan açılınca sözü almış tabii, biz dergi çıkarttık Üsküp’te diye, Köprü dergisinin kurucularındanım demiş. Karşındaki hoca gülmeye başlamış, “Ne kurucusu sen o kadar yaşlımısın, onlar ne zamandan beri dergi çıkartıyorlar” demiş,  sonra durumu açıklamış bizim Kalkandelenli arkadaş.  Ben de şahidim, kurucularındandır kendisi.

Evet, onbeş yıl uzun bir zaman mı değil mi bilmiyorum ama nedense hep başındaymışız gibi hissediyorum. Çünkü her seferinde birşeyler olup başa sarmaya çalışıyoruz. Zormuş, gerçekten çok zormuş. Bunun sebeplerini belki yıllar sonra yazarım, belki de bizim de “hatıralar” diye bir köşemiz vardır bir yerlerde, ama biliyorum ki şimdi zamanı değil. Çünkü hala herşeyin başındayız yine de.

Başındayız dedim de, yazının en başında anlatmak istediğime döneyim şimdi. Bütün bu zorlukları Kosova ile beraber üstlenen Üsküp, arada bir beraber buluşup dertleşiyorlar işte. Hazır buluşmuşken, eskileri de yâd etmeye çalışıyoruz. Geçen günlerde de Yugoslavya Türk Edebiyatı’nın güçlü bir ismi olan Necati Zekeriya’yı anmak için toplandık. O toplantı esnasında çok güzel bir detay yakaladık. Meğerse yazarımız Kosova’da yazan yazarlara arada sırada mektuplar gönderiyormuş. Tabii, daha genç yazarlar için bu mektuplar öyle önemliymiş ki, birkaçını o toplantı esnasında yanında getiren İskender Muzbeg, onları okurken bile heyecanlıydı. O dönemin genci, bugünün gençlerine bu mektuplardan bahsedince, araştırma yapan gençler arasında fısıltılar yükselmeye başladı  “Çok önemli bir konu, bir tez çıkar bundan, yok doktora mı, yok yüksek lisans mı, yok bazı konferanslara sunum mu sunulur vs.” Evet haklılar, mektuplar da araştırılır ama herşey araştırılıp bittiğinde, elimizde ne kalacak tezler dışında. Çocuk edebiyatı alanında yayınlanan hiçbir kitap yok, öykü kitapları yayınlayan hiç kimse yok, zar zor çıkan birkaç şiir veya araştırma kitabının dışında hiçbirşey yok şimdi. Yapmaya çalıştığımız bazı faaliyetler bile elimizden alınınca, ilerde ne araştıracaksınız çok merak ediyorum ben de. Yurt dışında gelişen Türkçe edebiyata biraz katkı sunmak için, sadece yapılmak için yapılan edebiyat panelleri, eğitim çalıştayları, sempozyumlar, seminerler gibi projelere harcanan bütçenin yarısından daha azı bile yeterli olur.  Araştırılmaktan yorulduk, üretmek için adımların atılması gerek. Zaman hızlı geçiyor ve gençlerin yavaş yavaş pes ettiğini gözümle görüyorum. Motivasyon neredeyse hiç kalmadı artık. Bu mektup da açık bir çağrı olsun. Türkçe’nin çekilmediği yerler vatansa, o zaman bu vatanda Türkçe çıkan her şeye sahip çıkın ki o vatan ilelebet yaşamaya devam etsin.

Benzer konular