Suyun başında bekliyoruz

Su akar yolunu bulur derler ya, akan suyu durdurmak için önüne kocaman bir taş koyarsan o su ikiye bölünüp yine yoluna devam eder. Su aynıdır ama iki farklı denize akar bu kez. Devamlı bir engeli aşıp koşman gerek. O engel hem hedefine odaklanmanı zayıflatır hem de zamanını çalar. Hep öyle değil miydi zaten, kaç kere benzer olaylardan geçtik, kaç parçaya bölündük. Rumeli’yi Anadolu’dan ayıran, kocaman kayalardan oluşmuş, adı “Balkan” olan dağ gibi bir taştı. O taş yüreğimizin ortasına da oturdu maalesef. Ama başta dediğim gibi, su aynı su. Biz zamana doğru aktık, bazen göremedik birbirimizi ama yol almak gerekiyordu.

Rumeli’de akan suyu anlatmak için aslında bu Üsküp mektupları. Bu kopuşta yaşadıklarımızı biraz da olsa sizlere içerden, tam da Üsküp’ün kalbinden aktarmak için. O Rumeli ki bizi de bu topraklardan koparmaya çalıştılar çoğu kez, göçe zorladılar, sürgün ettiler, üzerimizden pazarlıklar yaptılar, hesap ettiler, “âlimleri giderse halk zaten kendiliğinden gider” dediler ama buna rağmen inadımızı yenemediler. Giden gitti, kalan sağlar bizimdi, bizdendi.

Kalanlar suya dört elle sarıldı. Bu su dildi, dindi, gelenekti, kimlikti, ruhtu, barıştı, hoşgörüydü, adaletti. Bu hoşgörüyü yıllardır elimizde bir kalkan gibi taşıdık, bir doku vardı bozulmayan. Balkanlardaki en sadık vatandaşlar olduk, hiçbir kötülüğün başını çekmedik, hiçbir millete karşı kin beslemedik, asla bölücü olmadık, daima yapıcı olmaya çalıştık. Velhasıl savaşlara da şahit olduk, yeri geldi bu toprakların refahı ve geleceği için buradaki milletlerle beraber aynı safta durduk, bu ülkeyi düşmana karşı savunduk.

Bütün bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti de kendini defalarca yeniledi, birçok badireler atlattı. Biz Yugoslavya döneminde, komünist rejimde bile dinimizi, dilimizi, geleneklerimizi koruduk. Haliyle Yugoslavya’nın parçalanmasına da şahitlik ettik. Seksenli yıllarda çatırdamaya başlayan ülke çocukluk dönemime denk gelmişti. Hayal meyal değil aslında, ilkokulda Yugoslavya’nın son dönemini çok iyi hatırlıyorum. “Yutel” diye bir haber programı vardı, dakika dakika her şeyi paylaşıyordu. Başta etnik topluluklar arasında tuhaf tuhaf gerginlikler başlamıştı, provokasyonlar had safhadaydı. Sırbistan büyümek istiyordu, Kosova özerklikten kurtulup cumhuriyet olmak istiyordu, Slovenya ayrılmak istiyordu, Hırvatistan izin vermiyordu. Yukarıdan başlayan parçalanma, Bosna’da korkunç bir vahşete yol açtı. Srebrenica’da Karaciç “Biz burayı ülkemize armağan ediyoruz” diyor ve şu can alıcı cümleyi kuruyordu: “Bunu Türklerden intikamımızı almak için yapıyoruz”.

Aradan birkaç yıl geçiyor, Kosova karışıyor, ondan sonrası malumunuz, katliamlar, savaşlar… Ve en son “iyilik melekleri” ABD, AB, NATO gelip hepimizi kurtardı! Ne ilginçtir ki bütün bu karışıklığın ortasında birleşen cemaatler oldu.

Doksanlarda, Balkanlar en karışık dönemini yaşarken, vahabilerle tanıştık. Yetmedi Türkiye’den Gülenciler de tam bu dönemde geldi. Sanki Balkanlara gelen “iyilik melekleri” bütün kapıları bu cemaatlere açmıştı. Balkanlar bir anda tuhaf biçimde türlü türlü cemaatin odağı oldu. Osmanlı mimarisini beğenmeyenler bir anda camilere Arap mimarisinin havasını yansıtmaya başladı. Daha savaşların etkilerini üzerimizden atamadan, falanca insan sakal bırakmış, dindar olmuş, eskiden hırsızdı ama olsun hidayete ermiş demeye başladık. Bazılarının bunu belli bir ücret karşılığında yaptığını öğrenmemiz çok sürmedi. Yıllarca bütün Müslümanlara hizmet etmiş camiler bile bölünmeye başladı. Bu sefer de sakallılara karşı, yüzü temiz, amacı “hizmet”, mekânı mektep, mektebi himmet, himmetiyse muamma olan, o dönem kendilerini “nurcular” diye adlandıran, bugün ise FETÖ olduğunu bildiğimiz yapı türedi. (Nurcular başkaymış meğer, onu sonradan anladık.)

Onlar yetmedi, yine farklı bir isimde farklı bir cemaat geldi. Bizler daha Üsküplü, Gostivarlı, Vrapçişteli, Kasabalı, Tetovalı ayrımını sindirememişken, henüz birlik olamamışken daha da bölündük. Cemaatin gerçek anlamı toplamaktı, oysa biz dağıldık. Azınlıklar ve içerisinde türlü türlü gruplar. Birinin namazı başka birinin gözüne batıyor, zekât kavgası yaşanıyor, bir avuçken parmaklar arasından kayıp gidiyorduk. Oysa ne imanımızda ne dinimizde ne de inancımızda bir eksiklik vardı. Bize “diyalog”tan bahsetmeye başladılar, oysa komşuluklarımıza baksalar buna gerek bile kalmazdı.

Biz İslam’ın en temiz halini yaşarken, o bidat bu bidat demeye başlayan vahabilik bir anda zayıflıyor, halktan beklediği desteği görmüyordu. Yeni hocalara, yeni imamlara kucak açan Balkanlar bir anda “Nerde o eski hocalar” demeye başladı. Osmanlı halkasından yetişen en son âlimlerden olan Üsküplü Hafız İdris Efendi 2005 yılında vefat etmişti. Bütün bu cemaatlerin bizim dokumuza dokunmaması için uzak durduk , “o eski Üsküplü hocaların” öğrettikleri değerlere daha da sıkı sarılmaya başladık.

TİKA’nın daha yeni yeni bu bölgelere desteği başlamışken, sekiz bilgisayara kavuşuyoruz, ilk özel Türkçe kütüphaneyi kuruyoruz. Ne hikmetse bir yıl sonra derneğimiz yağmalanıyor, bütün bilgisayarlarımız çalınıyor. Değişik cemaatlere kucak açan ülkemizde kütüphanemiz göze batıyordu. Diğer taraftan Türkiye güçleniyor, Balkanlara daha çok önem vermeye başlıyordu. Son on yılda Türkiye’nin güçlü olması yürüyüşümüzü bile etkilemişti, nerdeyse her Balkan ülkesi Türkiye ile dostane ilişkiler kurmuştu. Her şey neredeyse “one minute” olayına kadardı. O olaydan sonra “vay be, işte budur” demeye başlamıştı Müslüman topluluklar. Tabiri caizse derin bir uykudan uyanılıyordu. O noktadan sonra Erdoğan sadece Türkiye’nin lideri olmaktan çıkmış, yıllarca eziyet edilmiş, kendisini savunamamış, batının oyunlarına yenilmiş ümmetin lideri olmuştu. Makedonya’nın Kocacık köyünde Atatürk’ün baba evini restore ettirmiş, Kosova’nın Pirştine’sinde Sultan Murat Hüdavendigar’ın türbesini onartmıştı. Filistin’e, Suriye’ye sahip çıkmış, nerde bir zülüm varsa mazlumun yanında olmuş, bütün Müslümanların dualarını almaya başlamıştı.
Bütün bu coğrafyada ekonomik yönden güçlü, ordusuyla herkesin gözünü korkutan bir ülke olmuştu Türkiye. Balkanlardan subaylar özel eğitim için Türkiye’ye gidiyor, Balkan ülkelerinin ordularına da TSK’dan hibeler geliyordu. Turizmin bile yüzü değişti, hastaneler Türkiye’yi örnek almaya başladı. Belki siz içerden görmüyorsunuz ama siz büyüdükçe biz de büyüyorduk.

Akademisyenlerin bile Türkiye’ye gelip tebliğ sunmaları güçlü bir imaj veriyor.

Güçlü bir Türkiye demek, bütün bu manevi coğrafyanın güçlü olması demektir. Türkiye demek “ağabey” demektir. Bir sel felaketinde bile her şeyiyle seferber olup “son su damlasına kadar buradayız” demektir. İşte bu yüzden 15 Temmuz sadece Türkiye’ye değil, hepimize karşı yapılmış bir darbe girişimidir.

Benzer konular