Şiiriyle savaşıp onuruyla ölen bir aziz: Fettah Efendi

Yıllarca hep aynı şeyler konuşuldu Balkanlarla ilgili, en çok da göç ve sürgünler. Vardar Ovası’nın şahitlik ettiği bu göçler ve etrafında yaşanan hikâyeler hem türkülere yansımış, hem de şiirlere. Nedense hep gidenler anlattı bu hikâyeleri; varınca vatana, sarıldı bayrağa, yaslandı toprağa. “Çok çektik” demeyi gururlarına yediremediler, bir şeyleri ardında bırakarak gitmek canlarını acıttı. Psikolojik baskıları, kovulmuşluk hissini, terk ettikleri evleri, toprakları ve komşuları, yanlarına alabildikleri siyah beyaz fotoğraflara bakıp bakıp hatırlayarak yıllarca memleket hasreti yaşadılar.

Gidenlerin acılarına biz de ortak oluyoruz çoğu zaman. Bu konu üzerine çekilmiş belgeselleri izleyince, kitapları okuyunca aynı şeyleri hissediyoruz. Bizler, yani “kalanlar”. Ama biliyoruz ki gidenler en çok kendilerine “göçmen” denilmesini kabullenemediler. Ötekileşmek istemediler, çünkü bizler “birdik” vaktiyle. Giderken bile aslında birçok şey bıraktılar burada.

Peki bu topraklarda kalanların yaşadıklarını hangi kitap anlatabildi? Kitapsız, belgesiz kalmış hayatları anlatmak ne demektir bilir misiniz? Bir şairin, bir yıl boyunca kendi şehrinden uzak yerlerde “taş kırması” demektir bu. Mehmet Akif’in vefatına derinden üzülüp şiir yazmak ve bu şiiri yıllarca saklamak demektir. Nasıl bir şiir mi bu? Şöyle:

Mehmed Âkif Bey Öldü
Bir şâir-i mülhem idi Âkif, o büyük zât
Âkif gibi üstâd-ı beyân geldi mi, heyhât
Âdâb, edebiyyât ile zıd addedilirken
Feyzinle bunun zıddını sen eyledin ispât
Şi‘r olmuş idi müşhir-i her fuhş-u fezâhat
Şi‘rinde edeb buldu edepsiz edebiyyât
Bir münbit-i şer olmuş idi hâk-ı belâgat
Bir tohm-i edeb zerk ederek eyledin inbât
Türk şi‘rini, fen nazmını, âdâb-ı beyânı
Âkif’le beraber alıyor âlem-i emvât
Mefkûre-i İslâmı belâgatla kulûba
Telkîn edecek hâme bugün sustu mu heyhât.
Fettah Efendi (13 Ocak 1937 – Üsküp)

Son yıllarda, sakladığımız her şey su yüzüne çıkıyor. Bunun olacağını sezenler kim bilir daha neleri yok ettiler. Günümüze kadar ulaşanların hepsi yorgun birer asker gibi. Büyük bir marifet gibi adına “süpürge operasyonu” dediler, ancak temizleyemediler işte. Kenarda köşede saklı kalmış sararmış kâğıtlar zindanlardan çıkmayı beklediler bir yerlerde. Dile gelen kelimeler inat edip göç etmediler ve sustular yıllarca. Yugoslavya zamanında gelişen Türk edebiyatı sayesinde hep görünene baktık; onlar sayesinde var oldu dilimiz, bunu asla unutmamak gerek. Büyük bir zenginlik bıraktılar arkalarında ama Yugoslavya bölündükten sonra en büyük darbe bu eserlere vuruldu. Bir anda ortada kaldı her şey, Yugoslavya balık tutmayı öğretmedi çünkü. Direkt balığı koydu masaya, ya yersin ya da yemezsin bunu, sen bilirsin dedi. Ancak bizi ayakta tutan şey gizliden gizliye yazılmış bir edebiyattı, bunu kestiremediler. Kimdi peki bu kalemler?

Yukarıdaki şiirin sahibi, kısa hayatı boyunca yüzlerce şiir yazmış onurlu yaşamı boyunca inanç ve fikirlerinden taviz vermemiş olan Üsküp doğumlu Meddah Medresesi mezunu Fettah Rauf Efendi. O ve arkadaşları 1945 yılında Üsküp’teki Meddah Medrese’nin kapatılmasıyla birlikte tutuklanmış ve yargılanmışlar. İlginç olan, Yücel Teşkilatı kurucularından Şuayip Aziz ile teyze oğluymuş Fettah Efendi. Ama bu teşkilat ile bir bağının olup olmadığı hakkında bilgimiz yok. Yazdığı şiirlerden Osmanlıca, Farsça ve Arapçaya da vakıf olduğu görülür. İlk şiirleri Üsküp’te çıkan Sada-yı Millet (1925) gazetesinde yayınlanmıştı.

Bu dönemde milli ve manevi değerlere sahip çıkanlardan bir kısmı idam edildi, çoğu da hapse atıldı. O dönemde sadece rejim için yazıyorsan rahattın çünkü; Yugoslavya’nın “rahatlık” anlayışı buydu. Oruç tutmayı yasaklamıyor ama okuldaki öğretmenlerin oruç tutup tutmadıkları kontrol ediliyor. Bayram kutlamasını yasaklamıyor ama o gün herkes çalışmalı diyor. Kitabı yasaklamıyor ama Türkiye’den kitap getirenlerin bavullarını karıştırıyor. Dini yasaklamıyor ama Kur’an öğreten hocaları her hafta emniyete çağırıp psikolojik baskı oluşturuyor. Aynı bir annenin küçük yaramaz çocuğunu çimdikledikten sonra, etraftan görenlere “yok yahu sadece okşuyorum” demesine benziyor.

Fettah Efendi’nin yeğeni ve yetiştirdiği son talebesi olan merhum Cavit Saraçoğlu ile hayattayken bir mülakat yapmıştık Köprü Dergisi için. Kendisi hakkında şu cümleyi kullanmıştı Saraçoğlu: “Onun ve Ata Efendi’nin kim olduğunu düşman biliyor fakat bizim halk bilmiyor. Bunlar olmasaydı belki Makedonya’daki Müslümanlar asimile olabilirlerdi. Ama olmadı çünkü güçlü ve ciddi âlimler buna müsaade etmeyecek faaliyetlerde bulundu.”

İşte bu ruh, çok derinlerde bir yerde insanların içine işliyordu. Zaman aleyhine çalışsa da o, toprağının kutsallığıyla bazı şeyleri ayakta tutmayı başarabildi. Göç etmeyip kalanlar bu yüzyılda neler yaşadı diye sorarsanız, o kadar çok şeyimiz var ki anlatacak, bir yazıya sığdıramıyoruz böyle…

Fettah Efendi, cezaevinde olduğu yıllarda Bosna’nın Doboy kasabasına taş kırması için gönderilmişti. Kim bilir o taşları kırarken gönlünden neler geçirmişti eli kaleme alışkın şair ve fikir adamı. O taşları kırarken kaç şehir parçalanmıştır yüreğinde. Bunu şiirlerinde görmek mümkün. Ama binlerce mısrası yok edilmiş, başına sorun açmasın diye dostları yakmış çoğunu. Yine de günümüze yüzlerce şiiri ulaşmış ama kitaplaşmamış. Cezaevinden çıktıktan sonra ise devlet tarafından takibe alınmış, meşhur bir müderris olmasına rağmen müezzinlik yapmasına bile izin verilmemiş. Hayatının son döneminde ise Makedonya devlet arşivinde Osmanlı belgelerini tercüme görevi verilmiş. 1910 yılında Üsküp’te doğan Fettah Efendi, 1963 yılına gelindiğinde yine Üsküp’te vefat etmiş.

Birbirini izleyen buna benzer olayların amacı belliydi tabii, insanların saygısını kazanmış kişilerin saf dışı bırakılması ve Makedonya Türkleri arasında ulusal ve dini liderliğe yükselebilecek insanların önünü kesmekti en büyük amaç. Bu insanlar aslında az da olsa buradaki göçleri durdurmaya çalışmıştı. Öyle ki “bu toprakları terk etmek haramdır” şeklinde fetvalarına rastlamak bile mümkündür. Kendilerini feda ederek gelecek nesillerin bu topraklardaki varlığını sürdürebilmesini sağladılar. Bizlere, yani gayrimüslim topraklarda yaşayanlara “İslam’ı rahat yaşama” hediyesini aslında bu gibi güzel insanlar verdiler.

Son olarak, yine Fettah Efendi’den birkaç mısra ile bitirmek istiyorum yazımı:

Vatan bende garibtir, ben vatanda garibim.
Ruhen uzak kalmışım gerçi cismen karibim.
Ben içinde o bende zevkini ben sormadım.
Eller aldı tadını böyle gurbet görmedim…

Benzer konular