Ramazan ayı yaz mevsimine denk gelince “sahura kadar uyusam mı uyumasam mı” sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Zaten şunun şurasında iki saat daha var, uyusam uyanamam deyip cümbür cemaat evin içinde sahurlu muhabbetlere koyuluyoruz. Pencereden bakıyorum herkesin evindeki ışıklar açık, sabah işe gitmek için alarm çalınca da “vay ben niye uyumadım” pişmanlığıyla ayılmaya çalışıyoruz. Vardar’ın bir tarafında ışıklar sönerken, diğer tarafında mantı börek kokularıyla ışıl ışıl pencereler görünüyor. Bizde eskiden Ramazan davulcusu yoktu, son yıllarda davulcularımız da oldu, tam olduk. Ama onlar da kimsenin uyumadığının farkında. Durum böyleyken gece gece davulu alıp “payduşka” havasını bile çaldıkları oluyor. Benim bildiğim davulcu Ramazan manisi söyler, ama davulcu düğünlerde çalmaya alışkınsa gider sana oyun havaları çalar. Tam da Üsküp’te düğünler sezon finali yapmışken. Dedim ya, bunlara henüz yeni yeni alışıyoruz. Belirli bir dönemde oruç bile gizli tutulurken Ramazan ayında hem de gece gece davulcu Üsküp sokaklarında sahura uyandıracak… Dedem bu günleri görseydi şaşırır ve elbette ki sevinirdi.
Annemin rahmetli bir amcası vardı; Kemal Amca, Yugoslavya kurulmadan önce partizanmış, sonra da savaş bitince Yugoslavya Hükümetinde önemli görevlere getirilmiş. Biz çocukken bize savaş dönemindeki hatıralarını paylaşırdı bazen. Onun eşi Nezahet Hanım, tam bir Üsküp kadınıydı. “Biz küçükken kâhya bizi çarşıya götürürdü, öyle tek başına çıkmazdık” gibi cümleleri onun ağzından duyduğumda çok küçüktüm, ama bana bir masal anlatıyormuş gibi gelirdi. Bu kâhyalar nereye gitti, o Üsküp hangi Üsküp’tü gibi soruları kafamda çözmeye çalışırdım eve dönerken. Birkaç kez kulaklarımla şahit oldum, “Ramazanda sahura gizli kalkıyorum, ışıkları açmadan yemek yiyorum, ancak Kemal’in oruç tutması yasak”. Komünist Parti’de görevde olduğu için her hareketleri kontrol altında tabii. En basiti, dört kardeşi Türkiye’ye göç ettiği için, telefon konuşmaları veya Türkiye’ye ziyaretleri kısıtlıymış. Rahmetli dedem ise tam tersi, zaten altı erkek kardeşmişler, hepsi göç etmeye karar vermiş ancak bizim Kemal Amca ben gitmem diye diretmiş, haliyle en büyükleri olan dedem, “ben de seni burada yalnız bırakmam” demiş. Dört kardeş, annelerini de yanlarına alarak İstanbul’a göç etmişler. Başında siyah fesiyle dedem, kravatlı Kemal amca da Üsküp’te kalmış. Yıl 1956. Haliyle, her şey gizli saklı olunca bugün de davulcuların bu keyifli hallerini çok görmemek gerek. Eskilere göre yeni neslin artıları var diyebiliriz. Artı bir öndeyiz, şimdi davulcu var o zaman yokmuş.
İmsakiyeler evde her yerde, üstlerinde reklamları da var. O şirketin reklamı, bu şirketin reklamı, Arnavutça, Türkçe, Boşnakça, Makedonca ne dilde istersen imsakiyeler var. Kimse kimseye imsak kaçtaydı diye sormuyor. Minarelerde kandiller yanınca içimizdeki o coşku ve heyecan tarif edilemez herhalde, ama şimdi özel radyo ve televizyonlarda da iftar vakitleri özel programlar yapılıyor. Ezan sesine uzak semtlerde yaşayan Müslümanlar için bu gayet güzel bir çözüm. “Nasıl yani, Üsküp’te her yerde camii yok mu” diye sormazsınız umarım. Burası Hıristiyan bir ülke, Vodno Dağı’nda kocaman bir haç dikili, görmeyen var mı yoksa onu hâlâ? Tabii ya, her yerden görünen ay ve yıldızı karıştırmışım!
Köprü’nün diğer tarafında camimiz vardı 1925 yılına kadar, adı da “Burmalı Camii” idi. Bu cami Sırp Krallığı döneminde yıktırılmış. Fakat o tarafta yaşayan Müslümanlara da çare var bu dönemde, özel televizyon, radyo, bilemedin mobil telefonlara uygulanan ezan saati… Önemli olan niyetlenmek, gerisi geliyor. Ezansız yerlere de ezan ulaşıyor evelallah. Etti mi “artı iki”.
Biz burada orucu ne bozar ne bozmaz hepsini daha çocukken bilirdik, “Hocam yanlışlıkla denize düşsem boğazıma su kaçsa orucum bozulur mu” diye de sorularımız olmadı hiç, zaten bizde deniz ne gezer. Yersen, içersen bozulur, yemezsen bozulmaz, niyet ettikten sonra buna dikkat edersin olur biter. Ramazan ayının yaz mevsimine denk gelmesiyle herkeste eski hatıralar canlandı, çoğunun da “bundan neredeyse 35 yıl önce” diye başlıyor cümleleri. Malum, o yıllarda şimdiki gibi her yerden bir âlim, bir hoca, bilemedin bir Google çıkmıyordu karşına.
Yaşlı bir kadını duydum geçenlerde, şikâyetçiydi o dönemden; “Kızım Ramazan ayından sonra doğdu, hamileliğimin dokuzuncu ayında bile hiç kimse bana oruç tutma sen demedi, biz sormaya bile utanırdık zaten, ağustos ayında da orucumuzu o halde tuttuk” dedi. Şimdiyse her şeyin cevabını anında bulursun. Eskiden “unutursam bozulmaz”, en önemlisi buydu. Unutmak ne mümkün şimdi, her yerde Ramazan konuşuluyor, billboardlarda her dilde “Ramazan Mübarek Olsun” yazıyor. Kaçış yok yani. İftara yakın o sevinci, huzuru ve telaşeyi yaşamaktan kim kaçmak ister ki zaten.
Karışık kültürlerden ve dinlerden harmanlanmış bir şehirde yaşıyorsan tuhaf tuhaf sorularla karşılaşıyorsun elbette. “Ne yani, su bile mi içmiyorsunuz?” Hayır. “Sakız da mı çiğnemiyorsunuz?” Hayır. “Sabahtan ta akşam oluncaya kadar yani, bütün gün?” Evet!
Onların da kendi oruçları var tabii, ama farklı. Et ve etten üretilen, süt ve mamulleri, hayvansal gıda muhteviyatı olan yiyecekleri yemeleri yasak, zeytinyağı, ekmek, su, meyve, sebze gibi ürünler serbest. “Hocam denize düşsem yanlışlıkla balık yutsam” diye sorular soruyorlar mı bilmiyorum ama balık yemeleri bile serbest. Bu sohbetten sonra biz Allah rızası için bir su damlasını bile içmeyi reddettiğimizin gururunu yaşarken, onlar bu şaşkın bakışların ardından “Helal olsun ya, ben de sizin orucunuzdan tutmayı deneyeceğim” bile diyebiliyorlar.
Hâl böyleyken yine aynı yere geliyoruz; “önemli olan niyet”. Tutmaya niyetlendikten sonra gerisi boş. Orucun gizli tutulduğu dönemden davullu zurnalı Ramazanlara geldik elhamdülillah. Hem de ne güzel bir vakitte geldi bu yıl, Üsküp’te ıhlamur kokusunun en belirgin olduğu vakitte. Ihlamur çayına batmış sanırsın şehir. Hele ki oruçlu halinle uzaktan bir rüzgâr esmeye görsün…