Bazen yolların kesişmesi gibi yazılar da kesişir. Hatta tarihler, olaylar da kesişir. Türkiye’nin gündeminde Musul var, benim de Üsküp Mektupları köşesinde bu sayıya Prizren’i yazasım var. Bu iki şehir ne alaka, nasıl bir kesişme var bunda diyebilirsiniz. Musul, Türkiye sınır kapısının yaklaşık 130 km uzağında; Üsküp-Prizren arası da 100 km. Arada her halükarda bir sınır var ama. Zaten “gönül coğrafyası” denince akla gelen şehirler belli, Musul da gönlümüzün şehri Prizren de. İşte bu yüzden, Üsküp ile Prizren arasındaki bu yüz kilometreyi yazmak istiyorum.
Kosova’dan gelen bir haber, beni Prizren’e yönlendirdi. Zeynel Beksaç, Prizren’de doğmuş, yıllarını Türkçeye vermiş bir yazar, şair ve ressam. Yeni bir kitabı yayınlanacak bugünlerde, şiirlerini derleyip bir kitaba örecekmiş. Beksaç, Gerçek Hayat dergisine yazdığım bazı yazıları okuyunca “Bunu mutlaka Türkçem dergisinde de yayınlatmalıyım” diyen babacan bir abimiz. Benden yeni kitabı için yazı istedi, aynı zamanda Gerçek Hayat için de yazmam gerekiyordu. Bilgisayarımda açılmış iki word sayfasından biri Türkiye’deki kardeşlerim için, biri de yıllar önce aramıza sınırlar giren güzel Osmanlı Şehri Prizren içindi. İşte bu noktada bir kesişme oldu. Prizren’i alıp Türkiye’ye taşımaya karar verdim. Prizren’in tarihi, yerleşim yeri, coğrafyası hakkında değil; bugünü, insanı ve Prizren’de Türkçeyi yaşatmaya çalışan akıncılardan biri olan Zeynel Beksaç hakkında yazmak istiyorum. Onun yıllardır bu topraklarda verdiği mücadeleden, şiirlerinden, yazılarından ve el emeği göz nuru üzerine titrediği dergisi Türkçem ile Prizren’nin sokaklarında tüten o dumandan bahsetmek istiyorum.
Bir şehri tanımak için sadece gezmek yetmez, o şehirde doğup büyümüş, kalemine şehrin dokusunu işlemiş yazarları da okumak gerek. İşte Zeynel Beksaç da Prizrenli birçok şair gibi kalemini şehrin dokusuna batırıp şiirler yazanlardan biri. O kadar çok şair yetiştirmiş bir şehir ki Prizren, geçmişte olduğu gibi gelecekte de her daim dumanı üstünde tüten şiirleri olacak.
Aynı bulutlardan yağan yağmurda ıslandı Prizren, Üsküp’le aynı iklimi yaşadı, aynı topraktan filizlendi. Ancak yirmi küsur yıl önce bu iki şehrin arasına bir sınır yerleştirildi. Eskiden Yugoslavya Türk edebiyatı diye bir şey vardı; bugünse Kosova Türk Edebiyatı ile Makedonya Türk Edebiyatı olarak ikiye ayrıldı. Soğuk bir rüzgârdı, edebiyatın da ortasından esti geçti. Bir kesim orada mücadelesini verdi, geriye kalanlar da burada. Sessiz bir dönemden sonra günlerden bir gün, Türkiye’nin Kocaeli şehrinde bir vesileyle birkaç adam bir araya geldi. Makedonya’nın isim yapmış yazar ve şairlerinden olan Avni Engüllü, Fahri Kaya ile Kosova’dan Zeynel Beksaç, İskender Muzbeg, İbrahim Arslan gibi yazarlar aynı masada buluştu. Ben de yeni yeni yazmaya başlamış biri olarak onların sohbetlerine şahitlik ediyordum. Eski günlerden konuşuyor, kâh gülüyor kah hüzünleniyorlardı. Karşımda ilkokulda okuduğum ders kitaplarının yazarları vardı, kolay değildi karşılarına bir şiirle çıkmak.
O günün üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiş ama aklımda kalan o kadar çok şey var ki… Zeynel Abinin tok sesiyle okuduğu şiir gibi mesela. Prizren Türkçesiyle konuşmasına bizim de Üsküp ağzıyla cevap verişimiz etrafa nasıl yansıdı bilemem ama o gün Türkiye’nin içinde Rumeli’nin yazarları yeniden bir oluyordu. O günden sonra hem Üsküp’te hem Türkiye’de hem de Prizren’de tekrar buluşup edebiyatımızın köprüsünü yeniden kurduk. Bu köprüde Zeynel Beksaç’ın büyük rolü var, çünkü o hem eski kuşağın yazarlarından, hem de gençlerden, arada yani, eski kuşağın genci, yeni kuşağın eskisi. O bize yol gösterecekti ve bunu yaptı. Şiir şölenleri son zamanlarda tartışılan bir konu aslında farkındayız, şairlerin çıkıp kendi şiirlerini okuması kimilerince gereksiz, bazılarına göreyse gerekli. Uluslararası olunca keyifli oluyor, maksat şiirden çok dertleşmek ve yeniden buluşmak, hatta tanışmak, haberdar olmak. Türkiye bu faaliyetlerde öncü ülke, bizi toplayan ülke. Ne zaman oralardan bir davet gelse, Zeynel Beksaç sırasını bir gence bırakıyor. Kosova’dan bir kişi, Makedonya’dan bir kişi olmak şartıyla gelen davetler olunca hele, ondan öğrendiğimiz gibi, tercihimiz her zaman yeni yazmaya başlamış birini göndermek oluyor. Türkiye’de yazan, okuyucularıyla görüşebilen yazarlar için belki bu çok önemsiz ama sınırların dışında kalanlar için çok önemli. Bundan hareketle bizler de gençleri yazıya, şiire teşvik edelim, dertlerimizi dinleyelim, Türkçemizi ayakta tutalım diye Prizren’den Zeynel Beksaç ile birkaç yıldır farklı farklı şehirleri ziyaret ederek o şehirlerin insanlarıyla, gençleriyle, edebiyat severleriyle buluşuyor, bağlarımızın kopmasına izin vermiyoruz. Çünkü biz Rumeli’yiz, Anadolu’dan kopmuşuz bir kere, eğer omuz olmazsak birbirimize, tamamen kopacağız diye korkarız. Bu korku felaketimizdir bizim. Bu yüzdendir ki oralardan buralara gelenler “sanki Anadolu’dan bir şehir” der Prizren’e ve Üsküp’e.
Ruhumuz Anadolu, bedenimiz Rumeli’dedir. Bunu en güzel de zaten Zeynel Abi anlatmıştır bir şiirinde, onun bütün güzel şiirleri arasında nedense bunun yeri çok farklı bende. Çünkü bu şiiri bizi, bizim şehirlerimizi anlatır. Her şair aslında bir şiirdir. Onu şair yapan şiirdir kendisi. Bana sorsalar, Zeynel Beksaç hangi şiirdir diye, “Rumeli, o benim işte!” derim. Yüzlerce derin ve okuyucuyu yüreğinden vurmayı bilen şiirin yanında bu şiirinin bendeki yeri ayrıdır.
Yılmam, dert etmem
Ucunda darağacı olsa da bu işin
Ecdadımın ruhu
Bir meltem gibi okşar günün her anı
Kamçılar direncimi
Dilim bir yüzyıl yalnızım dese inanmayın
Bendim çeşmelerinde akan su
Camilerinde okunan ezan
Selama hasret cumbalı ev
Güneş yüzü görmeyen kaldırımlı sokaklar
Namazgâh, Terziler Köprüsü
Mehmetpaşa Hamamı, Tekkeler
Ben hala buradayım dostlar
Yad elde değil, vatanımdayım
Yoksa siz Rumeli’yi unuttunuz mu?
Rumeli, o benim işte!
Türkiye’den gelenler bir turist gibi gezmemeli bu toprakları, ama sahipleriymiş gibi de elini kolunu sallamamalı, böyle hüzünlü şiirler var çünkü. Ortasını tutturabilen insanlar var, yazarlar ve şairler mesela. Şehrin dokusuna dokunmayı bilenler, insanıyla konuşup o şehri tanıyanlar, onlar asla turist sayılmazlar burada. Yolunuz bir gün Prizren’e düşerse birkaç şair ve yazarla görüşün derim, size o şehri en iyi rehberlerden bile daha güzel anlatırlar, çünkü onlar yaşadıkları şehrin ruhunu taşırlar sırtlarında.