Güzel bir Ramazan gününde, günü daha da güzelleştirmek için elbette iftarı da güzelleştirmek lazım. İftar derken, sofrayı güzelleştirmekten bahsetmiyorum, bayanların çoğunun Ramazan ayında sofraları daha özenli hazırladıklarını biliyorum. İftarın asıl güzelliği onun paylaşılmasıdır, evet, bunu her fırsatta söylüyoruz ama lafla değil icraatla olacak bir şey bu.
Kalabalık bir ailede büyüdüm, aynı öyle kalabalık bir aileye de gelin gittim. Öyle kardeş kalabalığından bahsetmiyorum, yan evde amcalar, diğer evde babanın amcası, sol tarafta dede ve nene ve tabi ki olmazsa olmazımız komşuya açılan “kapicik”. Haliyle böyle bir çocukluk ve bu kalabalık içinde geçmiş güzel Ramazanlar varsa hayatında, evde iki kişilik iftar hazırlamak işkence oluyor. İşkence, çünkü yemeklerin kalacağını bile bile elini tutturamıyorsun. Kadınların en büyük derdi budur yemek hazırlarken, “ya yetmezse” der elini bol alıştırır. Bu sefer de “bu gün iftara kimi çağırsam” diye düşünürsün.
İşte böyle bir günde, iş çıkışında kızımın okuluna gittim, servise bıraksam eve gittiğimde tekrar servisi beklemek için çıkmam gerekecek, e iftar var zamanla yarışıyoruz malum. Aradan bu derdi çekeyim dedim. Kızımı okuldan aldım; alır almaz, “Akşam sekizde stadyuma gideceğiz değil mi?” dedi. “Hayırdır kızım, neden gidelim?” diye sordum, aslında ben cevabını biliyordum, o akşam Makedonya-Türkiye dostluk maçı vardı. Ama tam da iftara denk geldiği için henüz bir karar vermemiştik, bu yüzden de kızım duymasın diye çok uğraşmıştım, onun nasıl inatçı olduğunu biliyorum çünkü, kafasına takmışsa çok zor ikna edebilirdim. Ama okulda da zaten o gün o konuşulmuş, “herkes gidiyor sadece ben yokum”. Klasik çocuk şikâyeti. Ben de her anne gibi “bakarız” dedim geçiştirdim. Aslında benim içimdeki çocuk da maça gitmeyi çok istiyordu. Bir gün önce, Üsküp’te tam da Taş Köprü’de gençler kavga etmiş; Makedon bir futbol takımın taraftarları, Arnavut bir takımın taraftarına yolda saldırmış, çocuk haberlere konu olmuştu. Bizde böyle, taraftarlar farklı milletlerden olunca olay etnik bir krize dönüşebiliyor anında, hem de Taş Köprü’nün üstünde. Her şeyi göze alıp gitmek gerekiyor, tedirginliğim de bu yüzdendi biraz. Ama adı üstünde “dostluk maçı”, konu da Türkiye olunca, ekmeğini suyunu alır maça da gidermiş insan. İftarı da “hep beraber, kırmızı, beyaz, en büyük Türkiye” tezahüratları içinde açarmış.
Karar verdik, maç izlemeye gidiyoruz. Evde telaş, bayrakları bul, kırmızı beyaz giy, ne heyecan ne heyecan. Küçük kızı anneanneye, kuzenleri de yanımıza alıp çıktık. Türk çarşısında Türk taraftarlar buluşacak, polis eskortları eşlik edip kortej oluşturup “Filip II” Stadyumuna gidecektik. Bir gün önce yaşanan olaylardan sebep polis bizi koruma amaçlı orda bulunuyordu. Çoluk çocuğun ve gençlerin heyecanını anlatamam. Herkes tuttuğu takımın formasını giymiş, tabi ki Türk takımlarının. Yugoslavya döneminde, hani o meşhur “dobrovskilerin” zamanında, bizler de farklı farklı takımlar tutardık. Yugoslav futbolunu izleyip büyüyen gençler için, savaştan sonra ayrı ülkelerde kalan takımları bırakmak kolay olmuştu aslında. Partizan takımını tutan herkes bir anda Beşiktaşlı oldu, renklere göre herkes Türk takımlarına yöneldi. Boliç’ten sebep Fenerbahçeli olanlar, Kızılyıldız’ı tutanların Galatasaray takımını tutmaya başlaması, Trabzonspor taraftarları keza, sürekli “burada yaşattığımız bir Türkiye var” demiyorum boşuna.
Maçtan bir gün önce, Makedonya Milli Takımının en önemli oyuncusu Pandev şöyle bir açıklama yapmıştı: “Taraftara sesleniyorum, gelin 12. oyuncu siz olun, bizi destekleyin, çünkü bu bizim için önemli bir maç, karşımızda Türkiye var.” Stadyuma vardık, özel tim ekipleri de orda, üzerlerindeki çelik yelekler onları olduklarından bir kat daha büyük gösteriyordu. Bizim için hiçbir şeyin önemi yoktu; kavga etmeye değil, Türkiye ile beraber orucumuzu açmaya gelmiştik. Herkes oruçlu muydu diye soracak olursanız, tam da iftar vaktinde taraftarlar, kaçırılan gollere dahi sessiz kalınca, etraftan nikotin kokusu gelmeye başlayınca, stadyumda köfte kokusu almaya başlayınca fazlasının oruçlu olduğunu anladım. Bizler iftarımızı, orucumuzu da yanımıza alarak o gün oraya gittik. İlginç olan, Makedon taraftarlar çok azdı, bu da beni şaşırttı. O kadar polis neden ve kimden bizi koruyacaktı onu da anlamadım.
Maç başlamadan önce tribünleri coşturacak şarkılar açıldı, ev sahibi Makedonya tabii, şarkılar da Makedon milli ve manevi duygulara hitap eden türdendi. Özellikle bir şarkı vardı ki onu duyunca bizler, yani bütün Türkler (ki çoğunluk da bizdik zaten) ister istemez yuhalamaya başladık. Şarkının içinde “Makedonya ki Türk köleliğinden kurtulmuş” gibi bir cümle geçiyordu. Maç dostluk maçı, rakip Türkiye, taraftar Makedonyalı Türk, ne olurdu bu seferliğine bu şarkıları açmasalardı o statta? Bu da “bizim ev sahiplerine” bir eleştiri olarak dursun kenarda.
Futbol nasıldı peki, açıkçası bunun yorumunu yapmak bana düşmez, hayatımda ikinci kez aynı stadyuma gitmiştim, her ikisinde de aynı hikâye, Makedonya-Türkiye. Benim için, bayrağımla orda olmak önemliydi, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye tezahüratları duymak da önemliydi, tarafım belli, evet dostluk maçında dost olmak önemli, dost gibi görünmek değil, dost olmak önemli. Biz her iki bayrak elimizde bu dostluğun en güzel örneğiydik o gün. Ama o şarkının yeri orası değildi. Maç da iyi değildi, hevessizdi sanki; cansız, golsüz maç zaten iyi olur mu hiç. Ben anca böyle yorumlarım tabii, ofsaytı bile yeni öğrenmiş biri olarak.
Şimdi sıra geldi özeleştiriye, Türkiye Milli Takımına. Biz her şeye rağmen, bütün yıllara, bütün o formalara, o formaların göğsündeki ay ve yıldıza, bütün o polislere ve o şarkılara, elimizdeki iftarlık soğumuş ekmeklere, su yerine içtiğimiz sıcak meyve sularına (stada pet şişede su götürmek yasakmış) , kurumuş boğalarımızla Türkiye’yi tutup stadyumda ev sahiplerinin yanında şımarıklık yapmamıza, ülkemizde rakip takımı ev sahibi gibi hissettirmemize rağmen, karşımızda sanki birbiriyle dargın, aralarında soğuk rüzgârlar esen bir takım vardı. “İmparator” diye tezahüratlar edildi, bir el sallama veya tribüne dönüp tebessüm bile edilmedi. Biz maçı izlemeye değil, Türkiye’mizin yanında durmaya gittik, eminim ki bir tribüne dönüp selamlamak çok zor bir şey değildi. Yüzlerce çocuk ve genç küçücük de olsa coşturacak bir hamle bekledi, olmadı, oyun da golsüz bitti zaten. Berabere kalmak bile dostluk maçına en çok yakışandı belki, ama bir eksiklik, bir tuhaflık vardı.
Ertesi gün, Makedonya Milli Takımından Nestorovski adlı oyuncu basın açıklamasında şöyle dedi: “İyi oynadık ama evimizde kendimizi yabancı hissettik. Türk taraftarın çokluğu moralimizi bozdu.” Ertesi gün, Türkiye Milli Takımından dünyaca ünlü bir futbolcu şöyle bir açıklama yapıyor: “Milli takımı bırakıyorum!” Hayat böyledir işte, iki kişi kavga eder ama bunun etkisi ve sonuçları sadece bulundukları yere değil, sadece bir ülkeye de değil, kocaman bir coğrafyaya yayılır.
Velhasıl biz bu Ramazan ayında bir değişiklik yapıp iftarımızı milli duygularla Türkiye’mizin yanında durarak açtık. Şarkılarmış, deplasmanmış, polislermiş, kazanmışmış, kaybetmişmiş hiç fark etmez, bayrağımız dalgalandı mı, dalgalandı, biz ona bakarız vesselam…