Dışarda her yer bembeyaz, bu kış mevsiminde Üsküp’e yağan ikinci kar. İlki daha sertti, tanecikler sanki nefretini yağdırıyor gibiydi üzerimize, rüzgârın etkisinden herhalde, şu insanın yüzünü kesen cinstendi. Bu ikincisi ise yumuşacık, lapa lapa, tadını çıkarmalık olanından. Yumuşacık bir örtü gibi, evlerin çatıları bembeyaz olmuş. Dışarda çocukların sesleri cıvıl cıvıl, sanırsın kuşlar kartopu oynuyor. Yağan kar dağılmıyor tabi, öyle tuz gibi değil, hemencecik kartopu oluveriyor. İnsanın böyle bir tablo karşısında çocuk olası geliyor yeniden.
Üsküp’te bir tepe var, Gazi Baba Tepesi, o tepeden aşağıya süzülen bir de Gazi Baba Mahallesi var. Ben bir kış ritüelinden ve bu mahallenin çocuklarıyla “nenelerimizden” bahsetmek istiyorum. Gazi Baba Mahallesi’nin, en tepesinden başlayan evlerin ocaklarından tüten dumanıyla ayrı bir havası var şüphesiz. Hele ki bu kış günlerinde kızakların ta en alt sokaklarına kadar hızla kaydığını görürsünüz. Kiremit çatıların üstü bembeyaz karlarla örtülmüş, sanırsın evleri bir yorgan sarmış. Bu bembeyaz örtüler bana yumuşacık yanakları olan, elleri pamuk gibi ninelerimizin başlarından hiç çıkarmadıkları bembeyaz başörtülerini hatırlatıyor. Soğuk kış günlerinde bu topraklarda her evde yanan bir soba varsa, o sobanın yanı başında oturmuş, elinde örgüsü olan bir “nene” de vardır mutlaka.
Babaanne bize sonradan geldi aslında, ya “hacı nene” vardı her derde deva olan, ya da bir gün hacca gitmek için her gün dua eden bir “nene”. Arnavutlar da nene der, Boşnaklar ise ya nana ya da nena derler. Edebiyatta nasıl değişiklikler yaşandığını anlatabiliyoruz, tarihi eserlerimizin değişimini, restorasyonunu keza. Daha doğrusu araştırma yazılarını da biraz karıştırarak öğrenebileceğimiz konular bunlar. Ancak evlerde kapılar ardında saklanmış, kahramanlıkları hiçbir yerde yazılmamış, her döneme karşı kendilerince meydan okuyan nenelerimiz bilinmiyor. Benim de ismini ailemde devamlı duyduğum, ancak hiçbir zaman göremediğim bir nenem var.
Size Sulhbiye Neneden bahsetmek istiyorum. Sulhbiye Nene, dedemin öz annesi, Makedonya ile Arnavutluk sınırları arasında Karaca diye bir köyden kaçıp iki oğluyla birlikte Prizren’e yerleşmiş. İki yıl Prizren’de kaldıktan sonra da yaşamını Üsküp’te devam ettirmiş. Tam yüz yıl önce yaşanan bir olay aslında, Osmanlı bu toprakları terk ederken bazı insanlar da yaşadıkları yerleri terk edip farklı farklı şehirlerde yaşamak zorunda kalmışlar. Sulhbiye Nenenin kocasını Sırp askerleri öldürmüş. Sadece kocasını değil tabi, köyün tüm erkeklerini. Yaşlı amcalar da “sen dul kaldın, bu köyde artık yaşayamazsın, buraları terk et” demişler. Sulhbiye de Ali (dedem) ve Şair adında iki küçük oğlunu yanına alıp -beline de silahını takarak- yaşamaya devam etmiş bu topraklarda.
Gençlerden kimse sağ kalmamış; sadece yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kurtulmuş. Askerler kurşuna dizdiklerini ayrıca süngülemişler, ölü taklidi yapan bir tek genç kalmış Mahmut adında. Sulhbiye’nin öz kardeşinin oğluymuş Mahmut, tam süngüleyecekken askerler çizmelerini almak istemiş ve süngü batırmayı unutmuşlar. Mahmut da sağ kalmış. Onun hikâyesi apayrı aslında. Kendisi bu toprakları terk edip, “Osmanlı neredeyse ben de oradayım” diyerek Çanakkale’deki savaşa katılmış. Oradan da gazi olarak sağ çıkmış, lakabı da Deli Mahmut olmuş. Deli Mahmut, Edirne taraflarında yaşamaya devam etmiş; evlenmiş, iki kızı olmuş. Arada sırada, İkinci Dünya Savaşı zamanında Üsküp’te iki oğluyla tek başına kalan Sulhbiye halasına yardım paketleri gönderiyormuş.
Rahmetli dedem annesinden çok korkarmış, annesi ne derse o olurmuş. Gün gelmiş Ali büyümüş, evlenmiş. Evlenmiş evlenmesine ama birkaç ay sonra İstanbul’a gitmiş. Halama hamile olan Hibe Gelinin (babaannem) kardeşleri Sulhbiye Neneye gelip “Oğlun dönmezse kardeşimizi de alıp gideriz” demiş. Gelinini arkasına alan Sulhbiye Nene de onlara cevap vermiş: “Gelinimi almaya gelirken ailenizden hanımı güzel olan beş erkek seçip gelin almaya. Nedenini merak ediyorsanız, belimdeki şu silahı görüyorsunuz değil mi, gelenlerin hanımları dul kalacak, bari güzel olsunlar ki kendilerine yeniden birilerini bulabilsinler” demiş. Kardeşler başlarını öne eğip gitmiş. Sulhbiye de oğluna haber göndermiş “bir çocuğun doğdu hemen gel” diye. Uzun Ali de İstanbul’dan vazgeçip Üsküp’e dönmüş. Annesinden bir güzel azar işitmiş, bir daha da Üsküp’ü terk etmek gibi hiçbir işe kalkışmamış.
Balkanlar’da buna benzer çok hikâye var aslında. Bizim nene hatunlarımız savaşlarda ve barışta her zaman “koruyucu” olmaya çalıştılar. Osmanlı bu topraklardan çekip gittikten sonra aileyi bir arada tutmaya, kültürlerini korumaya gayret ettiler. Gerekirse evden hiç çıkmamış torunlarına kimliklerini masal gibi anlattılar. Kalkandelen’de, Gostivar’da, Ohri’de, Kumanova’da nerede bir yaşlı nene gördüysem hepsinin gözlerinde o ışığı yakaladım, hepsinde o sıcaklığı gördüm.
Günümüzde de öyle, hiç değişmediler. Benim bir nenem vardı, geçen yıl rahmetli oldu kendisi. Aslında dedemin ikinci hanımıydı, hiç çocuğu olmamıştı ondan. Dedem ondan yirmi yıl önce vefat ettiyse de nenem bizi hiç bırakmadı. Öz evladı bildi bütün çocuklarını ve bizleri de öz torunu. Bir de hâlâ hayatta olan anneannem, yani “hacı nene”. Hacı nenem ve nenem, ikisinin de başlarında beyaz örtü, ellerinde örgüleriyle beraber çay içtikleri günü hatırladım bu kış gününde. İçimi bir neşe kapladı, ikisi de kavga eder gibi konuşuyordu çünkü, inat ediyorlardı nedenini bilmediğim bir şey için. Bir gün bizim hacı nene, akraba ziyareti için uçağa binip Norveç’e gitti, elinde akıllı telefonla aradı beni oradan. “Yolculuk nasıl geçti” sorusunu beklemeden anlatmaya koyuldu:
“Uçaktan iner inmez bastonumu gösterdim görevliye, hemen bana tekerlekli sandalye getirdiler, hiçbir yerde beklemeden vip’ten geçtim. Burada akşam belli değil sabah belli değil nenem, namaz vakitlerini şaşırıyorum. Her yer yemyeşil, ama hiçbir şey alamadım, su bile çok pahalı burada, ‘vayfay’ var şükür, konuşuruz yine.”
Bizim hacı nene inanılmazdır. İki kez hacca gidebilmiş ve hacdayken başına küçük bir maymun çıkmış, hac hikâyelerini anlatır dururdu bizlere. Dedem çok uzun zaman önce vefat etmiş, az biraz hatırlıyorum kendisini, ama anneannem yıllardır hacı dedemi anlatmaktan bıkmadı, onun sayesinde de hiç eksikliğini hissetmedik biz de. Konuştukları o temiz Türkçe olsun, anlattıkları kıssalar olsun, bizim bu topraklarda varlığımızın onların o pak başörtüleri gibi tertemiz kalmasını sağladı. Bundandır işte, buraları biraz da “Anadolu” kokar.
Sıcacık evlerin içinde dumanı tüten ocaklar görüyorum yine, her tarafı bembeyaz bir kar kaplamış, karşıma o sıcak evlerin temiz yüzlü yaşlıları çıkıyor. Alınları, yanakları çizgi çizgi, her çizginin içinde ne anılar ne hatıralar gizli kim bilir. Gülüşlerinden sonra daha da derinleşen çizgiler görüyorum, adına mutluluk diyorum, çocukluk diyorum, elimdeki kartopunu da gökyüzüne fırlatıyorum.