Son yıllarda en çok “insanlığımızı” tartışır olduk. Tuhaf şeyler yaşıyoruz; bir tarafta devamlı yardıma koşan insanlar, diğer tarafta denizlerde boğulan insanlar… Hatırımızdan silinmeyecek çok fazla insanlık dramı izledik, her geçen gün de yenilerini izliyoruz. Sosyal paylaşım sitelerinde olsun, yazılı ve görsel medyada olsun, gözümüzün önünde bir vahşet, bir katliam yaşanıyor.
İnsanlar tren istasyonlarında toplanıp hep birlikte uzaklaşmaya çalışıyorlar. Nereye gidiyorlar, neler yaşayacaklar onlar da bilmiyor. Bir kaçış var, bir akın var, kimsenin durdurmaya gücünün yetmeyeceği bir sel var sanki. Kan görmeye o kadar alıştık ki beynimiz bütün bu olayların karşısında yeni bir buton oluşturdu kafamızın içinde. Olağan, normal bir olaymış gibi kabul etmeye başladık yaşananları. Tüm insanlar kafasına göre bir komplo teorisine inanmış, herkes her şeyi istediği gibi yorumluyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartışmaktan hipotalamusa ulaşan sinyaller bile yolunu şaşırmış durumda.
2013 yılındaydı sanırım, Suriye’de bir anne bir odaya girip yüzlerce ölü çocuğun arasında kendi evladını arıyordu. O küçücük cansız bedenler beyaz çarşaflarla sarılmış yatıyorlardı. Unutmadık. Kıyıya vuran insanlık ve Aylan bebeği unutmadık. Mısır’da meydanda öldürülen gençleri unutmadık. Yerde yatan cansız annesinden süt emmeye çalışan bebeği unutmadık. Canlı bombaların artık cansız, beyinsiz birer insan olduklarına inanmaya başladık.
Bir yerden sonra akla ve mantığa sığmıyor tüm bu yaşananlar. En tehlikelisi de artık insanların hak ve hukuka, özellikle adalete karşı inancını kaybetmeye başlaması oldu. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin, “Sırp Kasabı” lakaplı Radovan Karaciç’e 40 yıl hapis cezası vermesini, Şeşel’i serbest bırakmasını ağzımız açık izledik. Bu davalarda “davamızı” gerektiği gibi savunamadık.
Ah Srebrenitsa, 11 Temmuz 1995, toplu mezarlardan çıkan bedenler her gün bize o vahşeti tekrar tekrar hatırlatıyorken, mahkemeden çıkan kararlar bizimle “resmen” dalga geçiyor. Aynı insanlar Ermeni soykırımı yalanına inandırmaya çalışıyor bizi. “Hak” hakkın rahmetine kavuştu, ruhuna bir Fatiha okumak düştü bize de.
Biz Ramazanın bereketinden bahsederken, bu mübarek ayda onlarca masum insanın canına kıydılar İstanbul’da. Dört harfli bir terör örgütü yaptı bunu. Bütün harfleri geçtim, orada bir “İ” harfi var, açılımı İslam. İslam’da yeri olmayan bir vahşet, ardından Medine’deki patlama… Yok yok, kan beynimize gitmekte zorlanıyor. Bütün bu algıyı kabul etmek imkânsız zaten. Hiç kimse bu kadar kör değil. Biz orucu neler bozar sorularıyla meşgul olurken insanların beynini bozuyorlar. Mekke’ye göre mi bayram etmek gerek İstanbul’a göre mi derken Balkanlar’da yüzlerce fikir üreten akıl sahipleri kendi çocuklarına vakit ayırmayı unutuyor. Sonra düşünüyorum, Balkanlar’dan neredeyse 2000 kişi gönüllü olarak bu terör örgütüne katılmış. Kosova’dan, Makedonya’dan, Bosna’dan, Arnavutluk’tan gençlerin beynine girmişler, yıllar önce burada yaşanılan katliamları unutturmuşlar. En büyük cihat bu topraklarda vatanını korumaktı, yıllar önce değerleri uğruna ölen dedelerini unutup bu terör örgütüne katılmayı uygun görmüş, adına da cihat dedirtmişler.
Medine diyorum, “Medine”, oraya dokundular, hangi İslam’dan konuşuyorsunuz daha? Uyanık olmak lazım, bu topraklar için daha çok çalışmak lazım. Çok geç olmadan Balkanlar’la ilgili geniş çaplı çalışmaların yapılması lazım. Durum vahim, çünkü onlar her yerdeler. Osmanlı deyince kaşlar çatılıyor. Düşünsenize, Osmanlı döneminde kasaplara altı ayda bir bahçıvanlık yapmaları için izin veriliyormuş. Aylarca kan ve bıçakla ilgili meslekleri olduğu için merhamet duyguları zarara uğrar diye bitkiler, çiçekler ve bahçıvanlığa yönlendirilip beyinleri tazeleniyormuş. Bu incelik nerde, canlı bombalar yetiştiren caniler nerde…
Bu noktaya artık din, dil, mezhep, millet olarak bakmamak lazım. Daha geçen hafta Makedonya’nın Kumanova şehrinde gözler önünde bir vahşet yaşandı. Gözü dönmüş Makedon asıllı bir adam, arabasını hastane sırası yüzünden kavga ettiği ailenin üzerine sürdü. Bu olay yaşandığı sırada, Arnavut asıllı ailenin dört yaşındaki çocuğu Almir vefat etti. Olayın ardından yaşananların görüntüleri, bayram gününe kavuşamayan bir çocuk, hadiseyi etnik bir kavgaya dönüştürmeye çalışan sosyal medya askerleri, elini göğsüne vuran kahramanların naraları ve inancımızı kaybetmeye başladığımız mahkemenin merhameti kaldı. Oysa can veren bir çocuk, onun canına kasteden, insanlıktan çıkmış, nefretinden gözü dönmüş olan bir adamdı. İnsanlar kan görmeye, vahşet görmeye o kadar alıştırıldı ki basit bir kavgada küçücük bir cana dahi kıyılabiliyor artık. Bu topraklar böyle kavgalardan ve olaylardan sonra iç savaşa kadar sürüklenen durumlara şahit oldu.
Tam da karmakarışık bir siyasi krizin ortasında yaşanan her olay tehlikelidir. Üzerimizde gezen kara bulutların farkındayız. Her ne kadar ülkemiz Türkiye ile ilişkilerinin iyi ve dostane olduğunu söylese de Rus uçağının düşürüldüğü olay karşısında Makedon dillerindeki neredeyse bütün haber kaynaklarının Rusya’nın tarafını tuttuğunu gördük. “Eyvah, Rusya ve Türkiye arasında bir savaş çıkacak” endişesinden olsa gerek herkes kabuğuna çekildi. Daha sonra olaylar duruldu ve hepsi yine sustu. Siyaseti analiz edecek değilim, bunları görüp yorumlayan çok kişi var. Ben insani değerlerimizin derdindeyim. Gençlerin gerçek anlamda bilinçlenmesi ve sağlıklı bir beyinle hareket etmeleri için daha çok çalışılması gerektiği düşüncesindeyim. Kosova hâlâ Avrupa Birliğine mi Türkiye’ye mi yakın olmalı diye düşünebiliyorsa, onca desteğe rağmen durup sağlam bir kafayla neler yapılabilir diye düşünülmesi gerek. Doğru adımlar yok mu? Elbette ki var, eskiye nazaran Türkiye’nin gücü ve çalışmaları en yoğun dönemini yaşıyor. Bu ilişkileri daima sıcak tutmak lazım, dış güçler de bunun farkında çünkü. Bize iftarlardan, ticaretten, yatırımlardan, yardımlardan çok temelde sıkı anlaşmalar lazım. Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler.