Makedonya Türkleri ya da sadece Makedonya ile sınırlandırmamak gerek bunu, Balkanlar desek daha yerindedir sanırım. Büyük bir ihtimal Selanik’te yaşayan bir Türk veya Kosova’da ya da Bulgaristan’da yaşayan biriyle aynı duyguları paylaşmışızdır çoğu zaman biz de. Neyi mi? İki şehir arasında kalmayı, iki şehri terk etmeyi, iki farklı şehre kavuşmayı. Birinden çıkarken diğerini ardında bırakmayı, birine kavuşurken yaşattığı duyguları. Hepimiz mutlaka yaşamışızdır bunu. İkisini de terk etmeyi evet, yanlış bir şey söylemedim. Mutlaka her ikisini de terk etmişizdir. Birincisi, giderken ardımızda bıraktıklarımızı, ikincisi ise eve dönerken orada bıraktıklarımızı. Hangisi daha güzel, hangisi daha çok acıtıyor hiçbir zaman kestiremedim. Gurbet değil ki yaşadığımız yer aslında. Gurbet olsa adı “Bet” deriz, sevmeyiz belki bu kadar, toprağın kokusu böyle sarmaz bavullarımızı belki giderken. Gittiğimiz yer de yabancı değil aslında, senden, senin ve sen kokan bir yer, vatan. O da vatan bu da vatan, gerisi inanın yalan. Gönül coğrafyası diyoruz ya, coğrafya dersinde öğretmen tahtada eliyle sınırları gösterir ya hep, içimizi cız ettiren o his neyse, işte o duyguda takılıp kalıyoruz kimi zaman. O sınırın ardında benim kanımdan ve canımdan birileri var; “Öğretmenim, işte o sınırları ben her yıl birkaç kez geçmek zorunda kalıyorum, ben bırakırken de, oradan dönerken de o sınırların dikenli tellerine asıyorum umutlarımı” diyesi geliyor insanın.
Peki ya yıllar önce buraları tamamen terk edenler, onlar ne hissettiler? Ya da bu şehirleri kardeşlerinden koparanlar hiç mi duyamadı bu şehirlerin çığlığını? Bu topraklarda başında siyah bir takke, yeleğinin cebinde asılı bir emanet saat, ayaklarında siyah lastik ayakkabılarla yüzü çizgi çizgi olmuş yaşlı bir dede görürseniz yürüyüşünden anlamanız lazım aslında bu şehrin çığlığını. Buruş buruş ellerdeki o derin çizgilerin açtığı izler kadar silinmez yaralar var buralarda. Hassasiyetimiz bu yüzden biraz da, uzun bir hasretlik döneminde çok aşındırdık o telleri biz. Hep biz gelip yine biz geri döndük. Ama hiçbir zaman bunu dile getirmedik, sessizce gelip sessizce döndük.
Şimdi zaman biraz değişti, oralardan buralara o kadar çok gelen oldu ki evimizi, kapımızı, yüreğimizi, zayıflıklarımızı, zaaflarımızı, hasretliğimizi, mutluluğumuzu, geleneklerimizi, göreneklerimizi, açıkçası gönlümüzü öyle bir açtık ki tam ortasına oturttuk bütün şehirlerimizin içine. Kimler gelmedi ki buralara, saymakla bitmez. Gelen kendi derdiyle geldi, kendi bakış açısıyla ve kendi ön yargısıyla kimi zaman. Kimisi kendi çıkarıyla, kimisi araştırmak için, bazıları “okul” açmak için. Biz herkes bizim için geldi sandık. Karanlık gücünü saklayanları bile göremedik çoğu zaman. Aklımız karıştı, gelenlerden birileri oraları kötüledi ama biz vatanımızı savunduk her fırsatta, “Hımm siz çok milliyetçisiniz” dediler. Birileri geldi ne gerek var bu kadar camii restorasyonuna, biraz modern olun dedi; ezanı ve minarelerimizi savunduk, “Hımm siz çok İslamcısınız” dediler. Birileri geldi, siz Türksünüz dedi, hepsinden üstünsünüz dedi, biz de komşularımızı savunduk bu sefer, biz beraber ve birlik içinde eşit haklarımız oldukça daha mutlu oluruz dedik, kimse kimseden üstün değil dedik; “Hımm siz biraz sosyalistsiniz” dediler. Oralardan farklı görüşte ve ideolojide insanlar geldikçe biz hep evimizin sıcaklığı içinde toparlamaya çalıştık her şeyi. Ama yetmedi, bizler de sonra biraz aramızda bölünmeye başladık. Bölündükten sonra da, “siz aranızda çok ayrılmışsınız, böyle olmaz, herkes birbiriyle dargın” dediler. “Biraz kenara çekilin, biz her türlü ihtiyacınızı her alanda karşılarız”, tam da uyanmaya başlamışken, “siz biraz daha dinlenin biz sizin yerinize çalışırız” dediler. Oysa kimse çıkıp “ama siz yokken de bizi uyutuyorlardı” diyemedi.
Bunu uzun zaman önce fark ettik ama yine de sustuk, herkes içinden söyledi bunu. Ama son zamanlarda her kesimden, farklı şehirlerden aynı cümleler kurulmaya başlandı. Bu konuda artık herkes hemfikir. Gelecekte hazıra alışmış bir gençlik, balık avlamayı bilmeyen, kendi kültürünü başkalarından öğrenen, kendi derdini başkasının dilinden söyleyen bir gençlik olmaması için biraz daha hassas davranmak gerek diye düşünüyorum. Bugün her şey yolunda görünüyor çünkü zemin köklüydü, dertliydi, toprak işlenmişti. Ama ya ilerde sudan çıkmış balığa dönersek, o zaman ne olacak? Ya da tekrar yalnız kalırsak, hancı hanından olursa, yolcu gelmeyi unutursa tekrar, o zaman ne olacak? Evet, yine eski travmalar canlanıyor işte, insana yazdırtanlar, vicdanına dokunanlar, kafada deli deli sorular, hepsi karşımda şu anda. Hüsnükuruntu belki, belki de hüsnüzan, kim bilir. Bunu da zaman gösterecek.
Şimdi yine o şehirlere döneyim, nasıl olsa bütün deli soruların yazıldığı bir defter var hayatımızda, sorular zamanla cevabını bulur. Bizimki dostane bir tavsiyeden başka şey değil. Bu şehirlere samimiyetle yaklaşın, çünkü Rumeli hüznü diye bir şey var. O hüznün mutluluğa dönüşmesi için bizimle beraber paylaşın bunu. Her şey paylaşılınca güzel zaten. Kapılar sonuna kadar açık elbette. Biz her daim aynı adresteyiz, kötü günleri arkamızda bıraktık, geleceğe umutla bakmak istiyoruz. Bir şehirden başka bir şehre giderken yaşadığımız o duygulardayız. Nasıl bir duygu mu? Şöyle açıklayayım: Kalabalık bir Pazar yerinde sabahları çok sessizdir. Sabah ezanıyla uyanır, sessiz sedasız bavulları arabaya dizersin. Bilirsin ki birkaç saat sonra orası mahşer yeri gibi olacak. O sessizlikte yol alırsın, kimse görmeden. Hesap edersin, yaklaşık dokuz saat sonra İstanbul’da olacaksın. İlk sınır Deve Bayır (Makedonya-Bulgaristan sınırı), gümrükte bavulları indirirsin, kontrol edilir “nereye gidiyorsun” diye sorar polis, cevabın net: “İstanbul”. Ardından neden gidiyorsun diye sorar, “Kardeşim orada, onu çok özledim” diye bir diyalog kuramazsın çünkü anlamaz seni, kısaca turist dersin. Uzun bir yol seni bekler, o yolculukta derin duygulara sarılırsın, sorular dizilir ardı ardına, yol daha da uzar. Yavaş yavaş yaklaşırsın, “Turkey 10 km” yazar, heyecanlanırsın. Bir anlığına sabah yaşadığın o duyguları unutursun. Kapıkule çıkar karşına. Kapıdır evet, vatana açılan bir kapıdır adı gibi. Yine bavullar yerini alır, dizilir hepsi art arda gümrükten geçerken. Çok fazla çay vardır, malum akraba çoktur orada. Gizlemeye çalışmışsındır sağa sola nerede yer varsa artık, eşyaların içine çayın kokusu siner. İstanbul’da gezeceğin her yerde o çayın kokusu sana eşlik eder. İki aydan fazla kalmamak şartıyla hasret gidermeye çalışırsın en yakınlarınla.
Sonra yine bir yolculuk başlar, çaydan boş yer kalmış torbaların içine toparlarsın muhabbetleri. Acı hissedersin, ta içinde bir yerlerde fırtınalar kopar, Rumeli’nin Anadolu’dan kopuşu gibi hem de. İstanbul’a veda etmek öyle kolay bir şey değildir elbette, ama Üsküp bu, seni hasretle bekler önünde. Tekrar aynı yoldan geriye gidersin. Geriye, çok geriye gidersin, sabaha doğru o ezanı yine Üsküp’te duyarsın. “Bit Pazarında” ses seda yoktur yine, sessizlik karşılar seni. Buruk bir şekilde karşılar Üsküp seni, “nerden nereye” dersin içinden, merkezine yaklaştıkça İsa Bey Camii ile Saat Kulesini görürsün, selamlaşır ve kapının kilidini açarsın. Gerisini ne sen sor ne ben söyleyeyim.