Hazan ki en çok yakışandır bize

Sararmış yaprakların gıcırtısını hissederek yürüdüğün bir şehirdir Üsküp. Sonbaharda bir başka oluyor nedense bu şehir. Sarının her tonunun, bunca yaprağın toprağı, sokakları örtmesi insana huzur veriyor. Nemli toprağın üstüne düşen her yaprak eski zamanları hatırlatıyor. Sonbahar hep kaldırımların bakır rengiyle özdeşleşir. Yapraklar kaldırımların rengini alır, tablo tamamlanır. Tarihi derin olan şehirlere bir başka yakışır hazan. Üsküp Şehir Parkı -daha doğrusu eski ismiyle Islahhane Parkı- bir tabloyu andırır. Ağacından ayrılmış, kurumuş, kopmuş, toprağa düşmüş yapraklarla, eski duvarlarla kaç hazan yaşadı kim bilir. Şehrin içinden geçen Vardar’ın sesi bir başka yankılanır bu yüzden orada.

Sayısız yaprak bir anda fırtınaya kapılıp topraktan ağaca doğru yükselse, ağaç yeniden yeşilliklere bürünse, yıkılmış tüm taşlar birbirinin üstüne gelerek yeniden inşa olsa bazı yapılar sonbahar güzelliğinden bir şey kaybeder mi? Kaybetmez elbet, aksine zenginlik katar bu şehre. Ama yıllarca anlatamadıklarımız, bugün ucube yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Ömer Seyfettin’in Beyaz Havlu hikâyesini andırıyor bana bütün bu yapılar. Bembeyazlar, yeniler, ışıltılılar ve önümüze zorla sunulup o ruhu olan, hafif grileşmiş ama asil, bize yakın ve sıcak olan, derinliği olan yapılara karşı mutsuz kılıyor bizleri. Kaderimize razı olmuş halde o kurumuş yaprakların üzerinde gezerken hem maziyi hem o keşkeleri hatırlatıyor bize. Zorla sevdirmeye çalışıyorlar onca heykeli, bu şehre yeni gelen bir gelin gibi ortalıkta sırıtıyorlar. Bu yüzden kendimizi sonbaharda ıslahhane parkında buluyoruz. Boğazımız Vardarımız oluyor ve lslahhanede eski bir dostu ararcasına İdadiye Mektebinin kalıntılarını arıyoruz. Sadece mektep mi, Burmalı Camii’nin yerinden sökülen birçok taşı parka ekilmiş, sağda solda eski bir taş görürsün, ağacından düşmüş bir yaprak gibi oradalar.

Yaz mevsimi geldi gitti yine, düğün sezonu kapandı sayılır. En azından caddelerde, sokaklarda konvoylar halinde dizilmiş arabalar ve her arabadan yükselen farklı farklı müzik sesleri ve onların siren seslerine karışmış gürültüleri duyulmuyor artık. Anneler beyaz havlu aramayı yıllar önce bıraktı ama bir söz kesme törenine, bir nişana, anlayacağınız daha sessiz daha sakin bir sezona yelken açtık. Evlerin içinde, misafirlere sorulan sorular “Düğün bahara mı?” şeklinde. Nasip, kısmet laflarından sonra koyu bir muhabbet başlıyor, “Turşu kurdunuz mu”, söz dönüp dolaşıp yeniden “ayvar” muhabbetine geliyor. Biberlerin pazardaki fiyatından tut, ayvar yapımında kimlerin yardım ettiği, kaç kilo biberden yapıldığı, kaç saat kazanın içinde kaynadığı, son olarak da kaç kavanozun dolapta yerini aldığı gibi muhabbetlerin zamanı. Evet, ayvarın yapımı zor, bir de hafiften havalar soğumaya başlamışsa parmak uçların buz kesilir, közlenmiş biber de inadına sıcaklığını korur. Ama lezzetinden çok, yapımında tat vardır. Komşuların yardıma gelmesi, her biberi alıp kabuğundan ayırırken insanların dertleşmesi, bazen gülme krizleri, çoluk çocuğun etrafta gülüşmesi terapi gibi gelir insana. Tabi bunun üstüne bir de sıcak-soğuk şok etkisi var ama buna da yasak geldi bu yıl, eskisi gibi konu komşu bir olup parklarda veya açık alanlarda ayvar yapamayacaklar. Ceza yememek için ayvardan vazgeçenler oldu mu bilmiyorum. Velhasıl sonbahar yeni kanunlarla geldi bu yıl. Kasım ayına kadar tüm hazırlıklar tamamlandı, şimdi yaprakları toplama zamanı. Eskiden bahçelerde toplanmış bir yığın kuru yaprak görünce tüm çocuklar bir an bile tereddüt etmeden üzerlerine atlardık. Sonra da arkamızdan yaşlı bir amca tırmık değneği ile bizi kovalardı. Büyüdük şimdi ve ağaçlardan düşen her yaprak bizi eskisi gibi mutlu etmiyor artık. Eski bir şeyler arıyoruz şimdi, eski bir hatıra yaprağına benziyor her şey.

Bir dönem Kosova vilayetinin merkezi olan Üsküp, hem eğitimin hem de kültürel faaliyetlerin merkeziymiş. Çok sayıdaki medreselerden bugün bir iz dahi yok. Osmanlı hâkimiyetinin son dönemlerinde bile birçok okul inşa edilmiş, hatta Mahmut Şevket Paşa tarafından Vardar nehri kıyısında 1906 yılında Üsküp merkezinde bir tiyatro bile inşa edilmiş. Islahhane Parkı Üsküplü nice şaire ilham olmasına rağmen bu parkın yanındaki Islahhane Mektebi ile İdadiye Mektebinden hiçbiri varlığını sürdürmüyor bugün.

Gözlerimi kapatıyorum o parkta yürürken, duyduğum sadece yaprak sesleri değil. Bazen karşımda kocaman bir mektep hayal ediyorum, gözleri parlayan gençler gökyüzüne savuruyor tüm o bakır renkli yaprakları. O dönemde yaşadığımı hayal ediyorum, ruhum engin denizler gibi masmavi oluyor. Gözlerimi açınca sadece bir kapı görüyorum, rüya gibi ama değil, gerçek bir kapı, yıkılan okuldan sadece giriş kapısı kalmış bize yadigâr. İdadiye Mektebi ve o mektepten mezun nice gencin geçtiği o kapı, karşımda duruyor. Etrafında da bir sonbahar hüznü. İdadiye diyorum içimden, ne kadar bizden bir kelime. Artık sadece boş bir çerçeve gibi karşımda duruyor. Sonbaharda insanların ruhsal olarak biraz daha dokunaklı olduklarını biliyorum ama elimden de başka bir şey gelmiyor. Yahya Kemal Beyatlı, Islahhane parkından nasıl bahsetmişse çocukluk anılarında, bugün de öyle bir sonbahar yaşıyoruz. O park için Osmanlı döneminde dünyanın dört tarafından ağaçlar getirtilmiş olması, yaprakların da değişik renk tonlarıyla bugüne kadar yıllarca yapraklarını döküp, her baharda yeniden yeşertmesi umudumuz oluyor. Banklar, ağaçlardan ve yapraklardan çok daha sessiz. Ve hazan Üsküp’e ne kadar da çok yakışıyor. Gün bitimi Ahmet Haşim’in şiirini hatırlatıyor:

“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…”

Kasım’a hazırlanan Üsküp bir günü daha bitiriyor. Ağaçlar yapraklarını dökmese keşke, caddeler ve sokaklar bir masalı andırsa hep ve o masalın sonu hep mutlu bitse…

“…Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…”

Benzer konular