Havada Ayvar kokusu var

Balkanlar yorgun bir bölge. Özellikle son yüzyılda, üzerinde gelişen olaylar aracılığıyla dinlenmesine hiç izin verilmemiş bir bölge. Biz hep şunu diyoruz: 500 yıllık Osmanlı hâkimiyeti döneminde bu topraklar, adalet ve hoşgörünün yaşandığı yerlerdi. Yüzyıllarca kanlı savaşlar görmemiş, her millet ne dilini ne dinini ne de kültürünü unutmuş. Eğer bazı tarih kitaplarındaki nefret söylemleri doğru olsaydı, bu kadar uzun bir süreden sonra bu topraklarda hâlâ herkes Türkçe konuşuyor olurdu, istenilseydi şu anda herkes kendi kültürünü unutmuş olurdu.

Tarih içinde yüz yıl kısa bir süre, bu kadar kısa bir zaman diliminde yaşananlar eski zamanlara göre ne kadar da acımasız, çağdışı. Burada Osmanlı döneminden bahsedenler, o dönemi “Türk köleliği” tabirini kullanıyor. Bu söyleme oldum olası gülerim. Hanların, kervansarayların, çarşıların mimarisine sanatın en güzel örneklerini yansıtan, cami ve kiliselerin yan yana olup korunduğu, sinagoglardan çıkanlara yan gözle bakılmadığı, herkesin kendi dilini ve kültürünü rahatça yaşatabildiği bir dönemde kölelik yaşamışlar! Yeni dönemde ne kadar da “çağdaşız” düşünsenize, bir küçük krizde ilk önce camileri yakıyor, kiliselere saldırıyorlar. Hipokrat yemini etmesine rağmen sırf farklı dili konuşuyor diye hastasına dudak büküp “niye hastalandın başka işin yok muydu” bakışı atan çağdaş doktorlarımızla bu modern çağa iyi ayak uyduruyoruz galiba.

Bir sel felaketinde, yapılan yardımlarda hangi millete mensup olunduğuna göre ayrım yapılan bir dönemden geçiyoruz. Oradan buraya nasıl geldik diye düşünüyorum çoğu zaman, her olay karşısında bir adım geriye gidiyorum, bugünden geçmişe gitmek kolay tabi, çok değil bir on yıl ilerisini görebilseydim eğer diye düşünüyorum bazen. Ancak yaşadıklarımıza bakılırsa onu da görmek mümkün.

Uyuyan bir kukla düşünün, ipleri salıverilmiş ancak bir olay karşısında yeniden ele alınıp oyuna sürülüyor. Fazla detaya girmeden, kısa bir analizle bugüne nasıl geldik ve bu kuklanın ipleri nasıl yeniden canlanmaya başladı diye birkaç dönemi anlatmak istiyorum. Osmanlının bu topraklardan çekilmesinden sonra ana hedef, Türklerin bu bölgeden çekilmesini sağlamaktı. Göçler, sürgünler, insanların mallarına zorla el koyulması, tarihi eserlerin bakımsızlığı, hatta yıkılması, bazı camilerin çöplük olarak kullanılıyor olması insan canını acıtıyordu. Depremlerden, sellerden zarar gören bu yapıtların hiç onarılmaması bir döneme nefretin göstergesiydi. (Bu yapıların çoğu son on yılda Türkiye tarafından restore edildi)

İlk etapta, Türklerin yoğun bir şekilde göç etmesiyle birlikte istediklerine ulaştılar Balkanlarda. Sayı gittikçe azaldı, kalanlar yeni sisteme ayak uydurmak zorundaydı. Zaten bu kadar insan bir tehdit olarak görülmüyordu. 1945’li yıllarda, Yugoslavya kurulduktan sonra da bazı baskılar yüzünden göç devam ediyordu. Barış, kardeşlik, birlik ve eşitlik vaat eden bir rejimde alttan alta bu bölgeleri Türklerden temizleme amacı güdülüyordu. Velhasıl, 40 yıl sonra komünizm rejimi çatırdamaya başladı. Batı Balkanları rahat bırakmak istemeyenler belki de bu parçalanmanın asıl sorumlularıydı.

90’lı yılların başında, eskiye dayalı bir nefret tekrar gün yüzüne çıktı. Sırpların Bosna’da yaptıkları bunun açık bir ispatıydı. Kosova, bu nefretin sonucu olarak Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki nefretin ayyuka çıkmasının örneğiydi. Bu da yetmedi, aynı dine mensup olan Hırvatlar ile Sırpların arasında da kökü tarihe dayanan bir nefret belirdi. Yugoslavya’ya bağlı bütün bu cumhuriyetler kendi gardına çekilerek bir savaş verdi ve bilindiği üzere herkes kendi sınırları içinde, varlıklarını birbirinden bağımsız bir şekilde sürdürmeye devam etti.

Yaşanılan tüm bu olaylardan sonra (ki çoğu 90’lı yıllarda yaşandı) her ülke kendi derdine düştü. En sonunda Makedonya da kendi bağımsızlığını ilan etti; artık herkes kendi yağında kavrulacaktı. Koskoca güçlü Yugoslavya’dan sonra küçük küçük genç ülkeler, tam da ayvarlık biber gibi közlenmeyi bekliyordu. Ekonomik olarak büyük bir çöküş yaşandı. Neredeyse bütün fabrikalar kapandı, işsizlik oranı arttı. Herkes kendi ülkesine yeni yatırımlar bekledi. Her çatışmada Birleşmiş Milletler yardıma koşar gibi geldi. Onlardan bir temsilci gönderildi (ki hala devam ediyor bu durum) “Siz uslu durmuyorsunuz, yine bir yaramazlık mı yaptınız” gibisinden barışçıl bir edayla bu ülkeleri kendi ipleriyle kontrol etmeye devam etti.

2000’li yılların başında, Türkiye’nin yüzünü Batı Balkanlara çevirmesiyle, yeni yatırımlarla, yeniden dost olma, yardımcı olma niyetiyle, ekonomik anlamda kalkındırmaya çalışmasıyla rahat bir nefes almaya başladık. Ecdat mirasımız olan tarihi eserlerin restore edilmesi, Türk mallarının ülkemizin pazarında yer alması, bazı firmaların açtığı fabrikalarda iş oranının yükselmeye başlaması, TİKA’nın yaptığı faaliyetler, Yunus Emre Enstitüsü vasıtasıyla kültürümüzün bu topraklarda daha sağlıklı tanıtılması yüreğimizi ferahlattı. Kovulmaya çalışılan, yalan yanlış tarih kitaplarından kaynaklanan nefretle devamlı hor görülen bir toplum değil de başı dik gönlü geniş bir millet olmanın gururunu yaşattı.

Türkiye’nin yüzü bu taraflara tekrar dönünce, buradaki diğer milletlerle de ilişkilerimiz düzelmeye başladı. Asıl barış bu değil miydi? Ama tabi Batı rahat duramazdı, bu durum onların bu bölgeleri kontrol etmesini engelliyordu. 2010’lu yılların başında malum gruplar tekrar hortlatıldı; özellikle PKK sorununu tamamen çözmek üzere olan Türkiye rahat bırakılamazdı. Türkiye’yi kendi sınırları içinde de devamlı bir şeylerle meşgul etmek gerekiyordu. Balkanlar ile Türkiye’nin batıya bakan kapısını karıştırmak gerekiyordu. 2013 yılında FETÖ üzerinden başlayan operasyonlarla her yönden saldırıya geçildi.

Makedonya’da patlak veren siyasi krizin hâlâ çözülememesi, Bosna’nın karşı karşıya kaldığı referandum krizi, Kosova’nın son dönemde Karadağ’la yaşadığı sınır sorunu, ziyarete gelen ABD Başkan yardımcı Joe Biden’ın “Kosova’nın Sırbistan’la ilişkilerini düzeltmesi gerek” tembihi, yeni anlaşmalarla uzun vadede bazı krizlere kapı açılacağı tehdidi, Hırvatistan’da Sırbistan bayrağının yakılmasıyla yeniden hortlayan nefreti ile Balkanlarda tekrardan her ülkede küçük küçük krizlerin yaşandığı tesadüf olmasa gerek. Bütün bu krizlerin yanında, Yunanistan sınırında başlayan mülteci akını sorunuyla yüzleşmek zorunda kalan Balkan ülkelerini önümüzdeki dönemde neler beklediği muamma. Eylül ayının sonunda zaten bu topraklarda havada Ayvar* kokusu olur, ilginç bir şekilde tuhaf tuhaf kokular da yayılıyor etrafa. Bazı kazanların kaynamaya başladığı aşikâr.

*Ayvar: Balkanlarda kış mevsiminde tüketmek için hazırlanan kırmızı biberlerden yapılan bir tür sos

Benzer konular