Her kültürün, her toplumun yaşama şekli kendine hastır elbette. Bununla birlikte, sadece yaşayış tarzını değil; yediği yemeği, düğün dernek törenlerini, giydiği elbiseyi, dinlediği müziği bile kapsayan bir şekil vardır.
Son yıllarda Balkanlar’a Türkiye’den çok turist gelip gitti, zaten birkaç yazımda da dile getirdim bunu. Bu toprakları gezmeye gelen o kadar çok Türk turist var ki aslında onlara “turist” demek hiç içimden gelmiyor. Ama yine de turist gibi gezdikleri için böyle demek zorunda kalıyorum. Bana sorsanız iki farklı grup var, birileri “akraba ziyaretine gelen turistler”, onlar hep daimiydi zaten. İkincisi ise son dönemde Balkanlar’la Türkiye içinde yeniden tanışmamızı sağlayan tanıtım görüntüleri ya da belgeseller sayesinde merak duyup gelenler.
Sosyal paylaşım sitelerinde ya da arama motorlarında artık Makedonya, Üsküp, Ohri, Mavrova gibi sözcükler yazınca karşınıza hep gezi/rehber siteleri çıkıyor. Özellikle de Makedonya’da hangi diller konuşuluyor, Makedonya’nın en meşhur yemeği nedir, hangi şehirler gezilebilir gibi sorulara yardımcı olacak o kadar çok cevap bulabilirsiniz ki gelince hiç yabancılık çekmeden, hatta rehbere bile ihtiyaç duymadan her yeri gezebilirsiniz.
Gelenlerin yüz ifadelerinde, çocukluklarından öğrendikleri bir şarkı hüznü mevcut sanki; “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” şarkısını mırıldanıp gelmişler gibi. Uzaktan bakınca öyle belli oluyorlar ki, bunun hiçbir şekilde açıklamasını yapamıyorum nedense. Özellikle Üsküp’ün Türk Çarşısında gezenlere -aralarında rehber de olsa- belli ki şehrin ta kendisi rehberlik ediyor. Bu düzenlenen turlar sayesinde hiç görmediğimiz varlığından bile haberdar olmadığımız akrabalarımızı gördük. Buna şahsen ben de şahit oldum, şimdi de ara sıra görüşüyoruz, yeniden tanışıyoruz uzaktaki yakınlarımızla. Dedemin toprakları oraları diyerek atlamışlar otobüslere, ellerinde bir kâğıt ve eski bir adresle (ki o adreslerin çoğu değişmiş zamanla) gelenleri gördük. Ama Üsküp küçük, haliyle merkezdeki Türk Çarşısı’na vardığınızda hiç görmediğiniz akrabanızın sadece ismini bile sorsanız şeceresini sunar size esnafımız. Zaten buralara gelenler duygularını dile getirmişlerdir, herhangi bir vesile ile buralardan bir nefes mutlaka ulaştırmışladır oralara.
Bu vesileyle, şahit olduğum birkaç anımı anlatmak istiyorum. Üsküp merkezinden bir alış veriş merkezine doğru yürüyordum, yanımda da Arnavut asıllı bir arkadaşım vardı. Karşımızda iki kadın sağa sola bakınıyordu, bize doğru yönelip İngilizce yol tarifi aradılar. Hiç düşünmeden, onlara yol tarifini Türkçe olarak söyledim “Aa Türk’müş” dediler. Yanımdaki arkadaşım gülerek, onların Türk olduğunu nerden anladın diye sordu. Kan çekti dedim gülerek. Ama aslında yaptıkları bir harf hatasından anlamıştım bunu. Türkçede iki-üç ünsüz harf yan yana geldiğinde mutlaka içine bir ünlü ekleriz. Sordukları adresin içinde (Makedon dilinde birçok kelimede üç ünsüz harfli kelime vardır) Türkçe’nin dil kurallarına uymayan bir kelime vardı. Biz yolumuza devam ettik. Alışveriş merkezinin içinde damak tadımıza uyan bir Türk restoranı var, zaten buradaki Müslümanlar her yerden yemek yemez. Yemeğimizi yedik ödemeyi yaptık, ama bu sefer indirim yapmışlardı. Orada çalışan Türkler zaten bizi tanıyorlardı. Hiç bozuntuya vermeden arkadaşıma dönüp şöyle dedim: “Bak gördün mü onlar da benim Türk olduğumu anladı indirim yaptı” dedim. Ardından bir şok daha, girdiğimiz mağazada çalışanların çoğu Türk’tü, biri de kuzenim. Oradan da indirimi alınca, arkadaşım dayanamadı söylenmeye başladı “Yahu siz Türkler birbirinizi niye bu kadar koruyor kolluyorsunuz” dedi. “Biraz geç oldu ama sonunda yine buluştuk bir vesileyle, beklediklerimiz sonunda geldiler “ dedim.
Bir de farklı bir konu var tabii, “simit poğaça, borovnitsa, boza, kaymaçina, trileçe, kebap, şopska, salata” desem bunların tadını bilen hemen aklına buraları gelir. Trileçe bizim mi, değil mi bilmiyorum. Bu konuda farklı görüşler var (İspanya’ya ait olduğu gibi mesela) tamam tadı güzel olabilir, ama mademki benim öz annem onu hayatında hiçbir zaman yapmamış, mademki son dönemde bizim de pastanelerin gözdesi olmuş, demek ki o da bizden değil, bize de sonradan gelmiş olanlardan. Bizden olan asıl Kaymaçinadır. Tadı daha ağırdır, kalorisi yüksektir ama Kaymaçina bizim onurumuzdur. Tadını sevmeyenler de çoktur, yoğun yumurta kokusundan özellikle (ben de dâhilim onu yiyemeyenlere) ama Trileçe bizim değildir. İkincisi “simit poğaça” adına aldanmayın, ne simittir ne de poğaça. Ekmek arası börektir, tuhaf değil mi? Onu nasıl yiyorsunuz diye sorarsanız, büyük bir keyifle. Özellikle “sabah keyfi” törenlerimizin gözdesidir. Mesela söz kesilir, kadınlar arası “müjde” ya da “el geldi” derler bu törene bizde, erkekler de Pazar sabahı kahvaltıya davet edilir, “sabah keyfine” yani, o da simit poğaça ve “tiganitsa” demektir. Türkiye’den gelen birçok tanıdığımıza ya da akraba, dostlara sabah kahvaltısı simit poğaça ikram edilir, açıkça söylemem gerekirse beğenmeyenler de var, şekline bakıp önyargılı olanlar da var ama onun tadına alışan Türkiye’ye dönse dahi aynı tadı bulamaz.
Son dönemde Türkiye’de yaşayan Makedonyalı veya Kosovalılar bu tatların birçoğunu Bursa’ya, İstanbul’a, Manisa’ya, İzmir’e taşımış durumdalar. İnsan gittiği yere aslında kendi kültürünü de götürüyor. Nasıl ki son dönemlerde Türkiye Balkanlara yoğun ilgi gösterdiyse, Türkiye’deki Balkanlardan göç edenlerin de hali tavrı değişti. Biz Türkiye’nin büyüklüğüyle nasıl gururlanıyorsak, aslında Türkiye’de yaşayan Balkanlılar da kendi kültürlerine daha çok sahip çıkmaya başladılar. Eskiden Yugoslav deyip geçerlerdi, şimdi ise Üsküplü, Prizrenli, İştipli, Manastırlı, Kalkandelenli, Ohrili, Gostivarlı diyebiliyorlar. Çünkü bağlar tekrar kurulunca ne ve kim olduklarına dair daha çok bilgileri var artık. Zaten Türkiye’de de artık “Üsküplüyüm” deyince “orası neresi” gibi sorular epey azaldı çok şükür. Bizler “bir” ve “beraber” olunca her türlü kazanıyoruz yani. Bizler birbirimize destek olunca daha da büyüyoruz çünkü. Biz birbirimizi daha çok tanıyınca kim olduğumuzu daha iyi anlıyoruz çünkü. Biz daha çok gelip gittikçe sınırları aşındırıyoruz çünkü. Diken telleri eskisi gibi acıtmıyor çünkü. Sınır kapıları anlamını kaybediyor çünkü. Bütün sağlık sınırlarınızı zorlayıp bir gün simit poğaçayı gelin Üsküp’te yiyelim, alışınca vazgeçilmiyor çünkü…