Bazen dünyanın gidişatını durup düşüneceğimiz boş zamanlar oluyor hayatta. Aslında o zaman dilimini biz ayarlamıyoruz, öyle bir an geliyor ki dinlenmek için oturduğun bir bankta oturuyor düşünceler yanına. Ya da bir işi kovalarken attığın adımlarda beyin adımlarına odaklanmıyor ama deli deli düşüncelerle uğraşıyor. Çocuklarını uyuturken bazen, yanlarında duruyor uyumalarını beklerken geleceği düşünüyorsun, kendi çocukluğuna gidiyorsun, karşılaştırıyorsun, neyi yanlış neyi doğru yaptığını tartıyorsun. Özellikle çocukların gelişimi, eğitimi söz konusu olduğunda farklı bir tedirginlik kaplıyor yüreğini. Türkiye’de aileler psikologlardan yardım alabiliyor, çocuğum çok hareketli ya da çok alıngan, ne bileyim duygusallığı bile bazen aileleri tedirgin edebiliyor ve hemen belli bir kuruma başvuruyorlar. Sonra o aile danışmanları yahut psikologların bütün bu sorunlara verecek bir cevabı oluyor; bunu kitaplaştırıyor, sosyal paylaşım sitelerinde, gazetelerde konuyla alakalı yazılar yazıyor.
Bizim Makedonya’da henüz öyle bir alışkanlığımız yok. Ancak çok fazla ihtiyacımız olacak ya da gerçekten çocuğumuzda sağlığını zedeleyecek hareketler görmemiz gerek ki psikologlara başvuralım. Sadece çocuklarla alakalı değil, yetişkinler bile hiçbir psikologdan yardım almaya yanaşmaz. Depresyon mu, bir bardak soğuk su iç ve herkesin dediği gibi “kafana takma”, tek tedavi yöntemimiz bu. Bu yüzden de bazen çocukların gelişimi veya herhangi bir sorunda Türkiye’de yayımlanan bazı yazılara göz atıyor ya da televizyonlarda boy gösteren psikologların düşüncelerine kulak kabartıyoruz. Oysa yaşadığımız ülkede buna ne çok ihtiyaç var. Farklı kültürler içinde yetişen çocuklarda ne gibi farklılıklar olur, onların atlatması gereken bazı dönemlerde biz anne ve babalar nasıl yardımcı olabiliriz gibi o kadar çok sorumuz var ki… Ama bizler kendi yöntemlerimizle hayatımıza devam ediyoruz.
Sadece bizde değil, büyük ihtimalle tüm ülkelerde “eh, bizim zamanımızda böyle miydi” türünden klişeleşmiş bir anne-baba cümlesi vardır. Çocuklarımla konuşurken, onların isteklerine kulak vermeye çalışırken bazen aynı cümleyi kullandığımı fark ediyorum. Aynısını anne-babam da derdi, onlara da kendi anne-babaları.
Günümüzde küçük çocukları olan bütün ailelerde en büyük sorun muhtemelen “cep telefonu” sorunu. Cep olsa yine iyi, bunlar “akıllı” bir de. Hani şimdi bizim zamana gitsem, şöyle numaraları parmağınla çevirdiğin, her hatanda tekrarlamaya çalıştığın eziyetli telefonlar dönemine gitsem -ki o zaman da her evde telefon yoktu- acaba beni anlayabilir mi çocuklarım? 80’li yıllarda çocuk olmuş biri ile ondan önceki dönemlerde çocukluğunu yaşamış biri arasında çok fazla fark yoktur. Ama itiraf etmeliyim ki bizim o dönem ile bu dönemin çocukları arasında fark değil uçurum var. Merak ediyorum, bizim çocuklarla onların çocukları arasında ne gibi diyaloglar olacak ilerde? Ömrümüz varsa onu da görürüz inşallah.
Biraz bizim dönemi ve çocukluğumuzu anlatayım en iyisi. Uzmanlar ikide bir uyarıyor bizi, çocuklarınızın eline cep telefonu vermeyin diye. Ama gel de inatlarını yen çocukların. Kocaman bir savaş sonrasında yine onlar kazanıyor. Asıl soru şu: Çocuklarımızı bizim zamana göre mi yetiştirelim, yoksa kendi zamanlarına göre mi? Evet, bizim zamanımızda çocuk olmak çok güzeldi. Hatta güzel ne kelime, bana sorsanız masal gibi bir şeydi. Üsküp’ün Halklar Tiyatrosunun park alanındaki çocuk sesleri, en güzel tiyatro oyunlarını bile kıskandırıyordu.
Evet, biz de oyun oynuyorduk, yönetmensiz, senaryosuz. Evden aldığımız birkaç yamalı halıyı yeşilliklerin üzerine seriyorduk, evcilik oynamak en büyük zevkimizdi. Biri baba olur, biri anne olur, kocaman bir aile olurduk. Tiyatronun tam karşısında Bit Pazarı vardı, karnımız acıkınca pazarda bir tur atar, en güzel meyvelerden tadar, yine o hayali evimize dönerdik. Sonra evimize güya misafir gelirdi.
Bizim mahallede çocuklara Kur’an öğreten bir hocamız vardı, Hafız Ali, onların evinde kocaman bir kayısı ağacı vardı. Kayısı ağacına tırmanmak için tabii ki mahallemizin en atik, en hızlı kızı seçilirdi. Birkaç yeşil, olgunlaşmamış kayısı kopartır kaçardı hemen. Ekşiydi evet ama misafirlerimize tatlı niyetine ikram ederdik oyunlarımızda. Annem devamlı dikiş dikerdi, ondan gizli arta kalan kumaşlarını alır bebeklerimize elbise yapardık. Hatta bir keresinde onun biçtiği kumaşı yanlışlıkla almış, annem kumaşı ararken oyuncak bebeğimin üzerinde güzel bir pelerine dönüştüğünü görmüştü. Bana çok kızsa da bugün onun sayesinde sökülen her şeyi dikebildiğim için iyi ki yapmışım diyorum.
Biz şanslıydık, çünkü kocaman mahallesi olan, yaşayanların çoğu Türk olan bir yerde yaşıyorduk. Yahya Kemal Beyatlı aynı mahalleden bahsediyor “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım” kitabında. Üsküp’ün İshakiye Mahallesinden bahsediyor. İşte biz mahallemizde oynarken kim bilir kaç kez bir zamanlar onun evi olan ancak yıllar sonra yıkılan Adile Hanım konağının tam da üzerine sermişizdir yamalı halılarımızı. Devlet, tiyatro binasını inşa ederken orayı yıkmış, bir kısmını otopark bir kısmına da yeşillik ve park alanı olarak bırakmış. Çocukluğumuzun en güzel hatıraları işte o yeşilliklerin üzerinde geçti. Şimdilerde orası ücretli otopark oldu, bırakın çocukların oyun oynaması, insanın oradan yürümesi bile çok zor. Gönül isterdi ki bizim çocuklarımız da oralarda oyunlar oynasın, yaşadığımızı onlar da yaşasın ama bizler şimdilerde cep telefonlarıyla bir savaş halindeyiz. Onların oynadığı sanal oyunların gerçeğini yaşıyorduk. Bizden sonra çocuk oyunları azala azala paketlenip, cebimize girdi.
Peki ya sonrası? İnternet, hava su gibi mi olacak? Bizim çocuklarımız kendi çocuklarına “ah ah, bizim zamanda 4G diye bir şey vardı, bir de wi-fi şifresi” mi diyecek? Herkes aynı beden olacak, gıda ihtiyacını küçücük bir hap mı giderecek? Kimse acıkmayacak, haliyle şişman-zayıf diye bir şey de olmayacak mı? İnsan hayale dalmasın işte.
Bütün bunları sorgulamam eleştirdiğim anlamına mı geliyor? Hayır. Aslında kafamda başka bir soru beliriyor. Biz anne babalar eskiyi ve yeniyi konuşurken eleştirir gibi anlatıyoruz ya çoğu zaman, ya bunun tersi olsaydı diye bir soru sorsak nasıl olur? Çocuklarımızı kendi zamanımıza göre yetiştirmeye çalışsak, gelişen ve değişen dünyaya nasıl ayak uyduracaklar o zaman? Kendi özgürlüklerine kavuştuklarında, bir adım geriden mi başlayacaklar. Bizler annemizin-babamızın zamanını yaşasaydık, kendi zamanımızın güzelliklerinden mahrum bırakıldığımız için onlara kızar mıydık acaba? Dünyayı değiştirmeye yönelik bir düzen yok sonuçta karşımızda. Dünyayı daha ileriye götürmeye çalışan bir düzen var. İlerlemesini iyi gibi algılayanlardan değilim, kötü de diyemem. Her anne gibi sadece yolda yürürken bile bu gidişatı düşünenlerden biriyim. Bizim çok fazla oyuncaklarımız yoktu diye çocuklarımıza çok oyuncak alıyoruz ama onlar tablet istiyor. Biz kedilerimizi, köpeklerimizi mahallede büyütürdük, eve almamıza izin vermezlerdi. Şimdi evlerimizde evcil bir hayvan yetiştirmek için çocuklarımızın bunu istemesini bekliyoruz. Uzmanlar çocuklara şeker vermeyin diyor, tabletlerle dolu bir dünya bırakmayın diyor, ama dünya buna izin vermiyor.