Büyük bir ülke olmak ne kadar da zormuş meğer, güçlü bir ülke olmak ne kadar zormuş. Öyle sınır genişliğinde bir büyüklükten bahsetmiyorum, güçlü derken de ekonomik veya silah gücünden bahsetmiyorum. Tam anlamıyla güçlü ve büyük olmak. Bir ülkenin gücünü neye göre tartıyorsunuz bilemem ama önce mazlumların ve savaşlardan kaçanların hangi ülkeye sığındığına bakın derim ben. Kim kendi vatanını terk etmek ister ki? Kim evini barkını kendi düzenini bozup başka bir ülkeye doğru yol alır ki?
Büyük ülkelerin büyük dertleri olurmuş, düşmanı her taraftan saldırır ama her daim dimdik dururmuş. Yıllar önce Bosna savaşının en vahşi döneminde yüzlerce kişi Türkiye’ye sığınmadı mı? Sınırları aşarak, arada ülkeler olmasına rağmen Türkiye’ye koşmadılar mı? O dönemde de her tür yardımı karınca misali tarafını belli edercesine Türkiye yapmadı mı?
Hemen akabinde Kosova. Kosova’ya giren NATO askerleri vardı o dönem, Üsküp içinden geçerek sınıra doğru gidiyorlardı. Kendi gözlerimle şahit olduğum bir görüntü bu. Askerler ülkelerine ait bayraklarla tankların üzerinden onları selamlayan halka el sallıyorlardı. Sonra Türk askerleri göründü, toprağın altından sanki yüzlerce şehit kendi kardeşlerini selamlar gibi uğultuluydu. Yüz yıl sonra, nedeni bir savaş olsa da o askerleri bu toprak çok iyi tanıyordu. Etrafa gül kokusu yayıldı, askerler el sallamıyor gözyaşlarını silmeye çalışıyorlardı bu görüntü karşısında. Halk, duygu tutulması ve karmakarışık hisler içinde onlara karanfiller fırlatıyordu. Tam 88 yıl sonra Türk askeri NATO dâhilinde Kosova’ya girerek huzurun, barışın ve adaletin yeniden tesisinde rol oynamıştı.
Oysa Balkan Harbinde Osmanlı askeri vatanına geri dönerken ne çileler ve eziyetler yaşamıştı. Osmanlı’dan kurtulmaya çalışanlar adalet, barış ve huzuru vaat ediyordu. Biz hepsine şahit olduk sonra, onların adaletlerine de barışlarına da. Nitekim tam 88 yıl sonra huzursuzluk sonucu kanlı savaşlardan sonra tekrar müdahaleye gerek duyuldu. Evet, Kosovalı şair Mehmet Akif Ersoy’un şiiri de kulaklarımda çınlıyor şimdi:
Nerede olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova
Sen misin yoksa hayalin mi vefasız Kosova
Hani binlerce mefahirdi senin her adımın
Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın
Hani asker, hani kalbinde yatan şah-ı şehid
Söyle Meşhed öpeyim secde edip toprağını
Yok mudur Murad’ın sende iki üç damla kanı
Kosova’da barış sağlandıktan sonra kimileri geriye döndü, kimileri Türkiye’de kaldı. İki yıl sonra Makedonya kaynamaya başladı. “Üsküp’ü yakarız” tehditleri, diğer yandan etraf köylerden gelen silah sesleri… Annemin eski fotoğrafları ve çeyizlik bazı eşyaları nasıl sakladığını hiç unutmuyorum. “Eski fotoğraflar kimin umurunda anne” demiştim, “ya hepsi yanarsa” demişti. Akıllı telefonlar yoktu tabi o dönemde. Benim derdim ise üniversitede kalan sınavlarımdı; şu sınavları vereyim de öyle gideriz İstanbul’a, hem belki olaylar durulur. Derken tek dönemde bütün sınavlardan geçtim. Çok şükür birkaç ay sürdü sadece, sonra bizde de bir barış anlaşması imzalandı.
Bugün Balkan ülkelerine gezmek için gelenlerin rahat tavrı, Türkiye’nin burada barışı sağlamak için verdiği uğraşlar ve yardımlardan sebeptir. Burada farklı milletlerin de Türklere olan sempatisi, Türkiye’nin son dönemde koşulsuz şartsız her şekilde ülkeyi geliştirmek için verdiği uğraşlardan sebeptir. Gittiğiniz her şehirde TİKA’nın ismini duyarsınız, her restorasyonun altında TİKA imzasını görürsünüz. Sözün özü, öz vatanınız sizin buralarda güzel karşılanmanıza sebep oldu.
Geçen gün, sosyal paylaşım sitelerinde Katar kriziyle ilgili, “bizim orada ne işimiz var” diyenler gördüm. Aynı şeyi Suriye için de diyorlar zaten, hatta Mavi Marmara ile Gazze’ye doğru yol alanlara da demişlerdi: “Orada ne işiniz var”. Büyük ülke olunca derdiniz de büyük oluyor işte. Yıllar sonra, gezeceğiniz her ülkede sizi sıcak gönüller karşılayınca anlayacaksınız: Büyük ülke olmak, gönüller kazanmakla oluyormuş. Samimi olmadan gönül kazanılmaz zaten. Gerçekten samimi mi diye soracak olursanız, küçük çocukların Suriye’de Türk askerlerini görünce nasıl sevindiklerini gördüğümüzde bu samimiyeti anlayabiliyoruz, çünkü hiçbir çocuğun duyguları yalan söylemez.
Katar konusuna gelince, hep ismini duyduğumuz bir ülkeydi, en çok da yardımlarıyla. Tabi zengin bir ülke, yardımı da olur diyecek olursanız, etrafında başka zengin ülkeler olduğunu unutmayalım. Nedense o ülkeler arasında yalnızca Katar sivrildi bu konuda. Türkiye’nin nabzını ölçmek isteyenler nedense hep Türkiye dostu bazı ülkelere dokunmaya çalışıyor. İçine düşman yerleştirdik, dışardan da baskı uyguluyoruz, acaba şuraya dokunsak nasıl bir tepki verecek diyorlar. Sesi çıkmazsa tamamdır, zayıflamaya başlamış. Ama her türlü yanındayım dediği an, işte bu hâlâ güçlü olduğunu gösterir. Bunu gizli de yapmıyorlar, sosyal medyadan yaptıkları paylaşımlarla tehditler savuracak kadar açıktan yapıyorlar. Kaldı ki meselenin ekonomik boyutundaymışlar, birkaç savaş uçağı satın alınırsa meseleyi tekrar düşüneceklermiş!
İşte, “büyük” sandığımız ülkelerin ne kadar ucuz planları varmış görüyoruz. Aradaki fark gönül kadar geniş. Hiçbir şey bu büyüklüğün karşısında duramaz. Sergilenen tavır da çok önemli, Türkiye’ye yakışan bir mertlik bu. “Hain içerde olunca kapı kilit tutmaz demiş” Dede Korkut, evin kapısını korumak gerek. Ancak şu günlerde kapıdan çıkıp “adalet yürüyüşüne” katılanları ben anlayamadım. Bir mülteci yürüyüşü vardır hafızamda yüreğimi sızlatan, Aylan bebek gibi denizlerde barışı arayan, bir de Balkan Harbinde göç edenlerin yalınayak yürüyüşü vardır yedi kat göğü titreten. Hangi adaletten bahsediyorlar ben tam olarak anlamadım. Bir gecede verilen 254 şehidin kanı için mi adalet istiyorlar? Yüzlerce çocuğun yetim kaldığı haktan mı bahsediliyor? Ya da yıllardır Türkiye sınırlarında gün gece demeden; kar, kış, çamur demeden ülkesinin sınırlarını ve milletinin canını koruyan askerlerin şehit edilmesine göz yuman bir siyasi partinin şımarık tavırlarından mı rahatsız oldular? Yoksa yıllardır satın alınan savcılara tepki olarak, kaçırttıkları teröristlere tepki olarak mı yapıyorlar? Vatan için ölümü göze alan polislerin işlerini ifşa edenlere tepki olarak mı adalet istiyorlar?
Bu işte bir yanlış var sanki, benim bildiğim adalet yargıdan istenir; sokakta, parklarda ancak piknik yapılır. Ramazan ayındayız malum, şeytan dersen o da yedi kilit arkasına hapsedilmiş, acaba onun adaleti mi söz konusu, anlayamadım…