“Burada herkes Türkçe konuşuyor anne”

Bazı Türkçe cümleler nev-i şahsına münhasırdır, anlamı çok farklı gelebilir veya anlaşılması güçtür Türkiye’de yaşayan biri için. Kelamı bize hastır. Biz derken, Makedonya’da yaşayan Türkleri kastediyorum. Mesela uzun kış gecelerini tasvir eden bir cümle duydum geçenlerde; “Bu gece Bulgaristan gibi, bitmek bilmiyor”. Makedonya’daki Türkler eskiden beri yılda bir, bilemedin iki kez Türkiye’ye, akrabalarını ziyaret etmeye gelir. Hepimizin bu topraklardan Türkiye’ye göç etmiş bir yakını vardır çünkü. Yaz tatili, kış tatili derken çocukluğumuzdan beri bu tatilleri hep Türkiye hayali süslemiştir. Akşam olmasıyla bavullar bagajlara koyulur, insanlar yerlerini alır, otobüs istasyonlarında eller sallanır, selamlar iletilir ve heyecanlı bir yolculuk bizi bekler. Ancak arada, Türkiye ile bizi ayıran ve birinden birini seçmemiz gereken iki ülke vardır: Bulgaristan ve Yunanistan. Eskiden çoğu insan Bulgaristan’ı seçerdi, bir dönem Yunanistan’dan vize almak zordu çünkü. Bulgaristan yolu daha uzun olduğu için bir türlü sabah olmazdı. Uzun kış geceleri işte bu yüzden Bulgaristan’a benzetilir.

O yolculuğun sonunda, sabahın ilk ışıklarıyla bir vatan, dalgalanan bir bayrak görünürdü. Yazın ortası da olsa “o kapıdaki” bekleyiş üşütürdü bizi. Gümrük için bavullar bagajlardan çıkar, polis memuru pasaportları kontrol eder ve mührü vurur. “Ne var bavulunda?” sorusu nedensiz korku salar içimize. Oysa ne olacak, Üsküp’ten çay, bilemedin “vegeta” veya “paça biberi”, akrabalarımıza memleketlerini hatırlatan birkaç hediyelik eşya, bir de bavula girmeyen ancak ona sımsıkı sarılmış vatan sevgisi, özlem, hasret var.

Göz göze geliriz, farklı şehirlerden fakat aynı duygularla yola koyulduğumuz insanlarla. Kalkandelen, Gostivar, Ohri, Valandova’dan kalkan otobüsler bizi bu sınır kapısına döker. Kiminin yüzünde bıraktıklarının acısı gizlenir, kiminin gözleri parlar, çocuklar uykulu gözlerle olup biteni anlamaya çalışır sınır kapısında. Çocukluğundan beridir annesi “Uslu dur yoksa polis gelir” cümlesi ile korkutulmuş çocuk, gördüğü her üniformadan çekinir bu topraklarda. Ancak bu amca Türkçe konuşuyor diye içini tuhaf bir sıcaklık kaplar, bütün cesaretini toplayıp “merhaba polis amca” diyen çocuk için bu üniforma uhrevileşir adeta, ışıl ışıl bir vatan parlar karanlık ve uzun yollardan sonra.

Ve Edirne yolu…

Bir prosedür tamamlanır, Türkiye’ye girebilirsin mührü çakılır iki aydan fazla kalmamak şartıyla. Biraz acıtsa da bu “yabancı muamelesi”, yine de sabahın seherinde güneş doğarken biz de doğarız bu güzel vatana. Umutlarımızı dikenli teller yakar, hayallerimizi İstanbul süsleyerek yine diziliriz yerlerimize. Edirne selama duran ilk askerdir bizim için. Hiçbir detayı kaçırmak istemeyen insanlar, kavuşacakları akrabalarına söyleyecekleri ilk kelimeleri tekrarlamaya çalışır hafızasında. O kapıdan girdikten sonra herkes kendi kanından, canından insanları bulmaya koyulur.

Edirne, vatana açılan bir kapıdır. Hiçbir zaman bu vatanda yaşamayan bizler için bu sıcaklığı, bu hasreti dindiren toprak mucizevi şekilde içimizi ısıtır. Biz “vatan” ve “memleket” kelimelerinin farkını en iyi bilenleriz. Türkiye anadilimizin yuvası, anavatan dediğimiz başımızın tacı. Makedonya ise canımız, memleketimiz, toprağımız… Gitmek mi zor kalmak mı? Bu soruya cevap bulamayacağımız aşikâr.

Edirne selamını aldıktan sonra uyku kol gezmeye başlar kirpiklerimizin ucunda, ancak heyecan bizi uyutmaz, İstanbul’u aramaya başlar gözler Tekirdağ’dan sonra.

Ve İstanbul…

Kucaklaşmalar ve hoş geldiniz muhabbeti, sıcak simitler ve yudumlanan çaylarla harmanlanır bazı semtlerde. Bir İstanbul doğar yüreğimize. Bayrampaşa, Esenler, Cerrahpaşa, Kocamustafapaşa, Avcılar, Kadıköy Sağmalcılar, Bakırköy, Bahçelievler gibi semtlerden Rumeli selamıyla muhabbetler yükselir semaya. Komşular cama çıkar, sizinkiler mi gelmiş der Zehra abla, evet memleketten geldiler cevapları süsler mahalleyi.

Çocukluğumdan silinmeyecek, aklıma geldikçe gülümseten en güzel hatıram, Üsküp ağzı ile Türkiye Türkçesini konuşmaya çalışırken yaptığım hatalar… Belli bir süre ağzımı bıçak açmazdı, konuşmaktan çekinirdim, hatta kuzenlerimle ilk karşılaşmamda yabancıymışım hissi kaplardı içimi. Sonra kanım kaynar, komşu çocuklarla da oyun oynardım. Ne zaman İstanbul’a gelsem bu hatıralar canlanır aklımda. Geçen yıl kızlarımı da alıp gelmiştim. Kızım aynı şeyleri mi yaşayacak diye düşünürken, bir alışveriş merkezinin çocuk oyun alanında heyecanını gizleyemeyerek, yüksek sesle bağırarak “Anne, burada herkes Türkçe konuşuyor!” dedi sevinerek. Ben gülmeye başladım, yanımda tanımadığım insanlar vardı, bir kadın yanaşarak, “Haklı, her tarafı Suriyeliler kapladı, çocuk Türkçeye hasret” dedi. Oysa biz vatana hasrettik, bir zamanlar Suriyeliler gibi göç etmek ve vatanından ayrılmak zorunda kalmış akrabalarımızla hasret gidermeye gelmiştik. Öz dilimize hasrettik, bu yüzden onları en iyi anlayan ülke de Türkiye’dir diye düşündüm ve kadına sadece, “Yok biz farklı bir ülkede yaşıyoruz” diyebildim sadece.

Son olarak geçen hafta, ancak iki günlüğüne, Sirkeci Gar’ındaki dergi fuarını ziyarete geldik. O gar bir zamanlar nelere şahitlik etmiştir diye düşünürken, eskiye ait trenleri görünce içim cız etti. Üsküp’e, vedaya mendil sallandıktan sonra son istasyondu. Kavuşmaların veya ayrılıkların yaşandığı o garda bizimkilerin ilk kez İstanbul’a ayak bastığı izleri aradım. Bugünse vedayı vefaya çevirmeye çalışıyordu Sirkeci Garı. Balkanlardan gelen dergilere de ev sahipliği yapıyordu. O dergiler ki içinde ne hasretler biriktirmiş, bavullara sığmaya çalışan dergiler bu sefer Balkanlardan bir esinti getirmişti İstanbul’a. Balkan topraklarını terk etmek zorunda kalıp anavatan Türkiye’ye göç edenlerin hikâyesi vardı içinde. Sahiplerine kavuşamamış sandıkların yalnızlığı bir ara üzerime çökse de İstanbul’daydım ve orası benim İstanbul’umdu. Etrafı kuşatan çok sayıda yayınevinden gelen hikâye kokularıyla birlikte Cağaloğlu şahitlik ediyordu sanki tüm bunlara. Sultanahmet Meydanı’nda ıhlamur ağaçları vardı bana Üsküp’ü hatırlatan. Balık ekmeğin tadına herkes gibi ben de hayrandım. Mısır çarşısından geçerken o baharatların karışımı İstanbul’un kokusunu yayıyordu içime. Ve o ses, vapur seslerinin martı seslerine karışıp beraber söylediği türkü…

O gün o garda Üsküp Mektuplarını da gördüm, Gerçek Hayat Dergisi ile Üsküp benden önce ulaşmıştı oraya, içimde yine Üsküp’e döneceğimin heyecanıyla İstanbul hayranlığı birbirine karışırken, her anı iyice ezberime kazıyarak yer açtım yüreğimde.

Benzer konular