Dünyaya yeni gelen bir bebeğe birşeyler öğrettiğimizi zannediyoruz galiba. Aslında çocuk doğduğundan beri anne babasına o kadar çok şey öğretiyor ki! Mesela anne olmayı öğretiyor, baba olmayı öğretiyor. İstediğin kadar ansiklopedilere bak, kitaplar oku, araştır veya yaz, hiçbiri pratikte öğrendiğini geçemez. Her yaşta yeni bir soru soruyorlar. Bazı yaşların sendromları bile var. Evimde iki yaş sendromundan geçen bir kız çocuğu ve altı yaş sendromunu yeni yeni atlatan bir kız çocuğum var. İki kız çocuğu, yani hayat boyu sigortalıyım galiba. Ben de dünyaya çoğu zaman onların gözünden bakmaya çalışıyorum. Bizim gördüğümüzü onlar farklı algılayabiliyorlar, bazen öyle sorular soruyorlar ki, cevap vermek için kırk dereden su getiriyorsun ama onlar yine de kendi akıllarına uyan cevabı alıp kafalarına kazıyorlar.
Üsküp haliyle farklı toplumların, milletlerin ve kültürlerin beraber harmanlandığı bir şehir. Evde Türkçe konuşuyoruz, çocukla bakkala gidince orda farklı bir dil konuşulduğunu duyuyor, komşuya farklı bir dilde selam verdiğimizi görüyor. İlk sorduğu soru “ne dedin, o ne dedi” sorusu oluyor. İster istemez “niye onlar farklı bir dilde konuşuyor, onlar kim, biz kimiz” diye daha çocukluklarının ilk yaşlarından beri bir kimlik çözme olayına giriyorlar. Bir ziyaret, bir faaliyet, bir düğün veya tatil… değişik sebeplerden ötürü mutlaka yılda en az bir defa bazen birkaç defa Türkiye’ye geliyoruz. Bağımız hiç kopmadı zaten, kopamaz da. Geçen yıl yine Türkiye’ye gidiyorduk, Makedonya’dan sonra Yunanistan’a girdik ve İpsala sınır kapısına vardık. Bu sınır kapısından geçen bilir bir köprü vardır, yarısı mavi-beyaz, diğer yarısı kırmızı-beyaz ortasında da askerler. Bu köprüyü geçince kocaman dalgalanan bir bayrak vardır, Türk bayrağı. O zaman bir buçuk yaşlarında olan küçük kızım o bayrağı görünce bir kelime söyledi. Biz net anlayamadık, “Tüşiee” diye bir kelime söyledi. Sonra farkettik ki Türk Bayrağının asılı olduğu her yere dikkatlice bakıyor yine o aynı kelimeyi söylüyor. “Bak Tüşiee” diyor. Bizde jeton geç düşüyor, biraz da şaşırıyoruz, nasıl bir şey olmuş ki daha konuşmayı bilmeyen kendi ihtiyaçlarını doğru dürüst söyleyemeyen bir çocuk ( bir buçuk yaşındaydı henüz) Türkiye’de olduğunun farkında, ve o bayrağın kime ait olduğunu bilebiliyor. Bir zaman sonra “Tükiyee” diyebiliyor, ve yavaş yavaş Türkiye ismini doğru telafüz etmeyi öğreniyor. Makedonya’ya dönüyoruz, Makedonya bayrağını görünce “Anne bak Türkiyee” demeye devam ediyor, hotellerden geçiyoruz, orada asılı tüm bayraklara bakıp yine “Türkiye” diyor. Biz gülmeye başlıyoruz, meşhur cümleyi bir ağızdan söylüyoruz “Bize her yer Türkiye”…
17 Mart ikinci yaş gününü kutluyoruz, 18 Mart Çanakkale zaferi programı için ablasına öğretmeni ödev vermiş, Çanakkale Türküsü’nü öğrenmeye çalışıyor evde. Bir hafta sonra bizim küçük hanım ablasını taklit edip ilk cümlesini kuruyor, “Çanakkale içinde vuydulay benii, yok onu, benii” diyor, (iki yaş sendromu, “her şey benim” dönemindeyiz). Artık evde tüm bayraklar Türkiye, bütün türkülerimiz de Çanakkale oluyor. Demek ki vatan sevgisi daha bebeklikten başlıyormuş ama vatan neresi, biz kimiz, bizim milletimiz ne, bunlar kim diye sorularına cevap vermeye çalıştığımız büyük kızımızla beş yaşlarından itibaren derin muhabbetlere girdiğimiz de oluyor. 15 Temmuz’dan sonra bu muhabbetlerimiz bayağı derinleşti. Çocuklar biz farkında olmadan aslında bizim konuştuklarımızı, haberleri ve tüm olan bitenleri de takip ediyormuş. Onların gözünde nasıl bir olay yaşandı acaba hep merak ettim. Sosyal paylaşım sitelerinde küçük çocukların videolarına şahitlik ettik, onların da nöbetlerde, bayraklara sarılı, otların üzerinde uyuduğunu gördük. Onlar ne olup bittiğinin tam olarak farkında değil ama birşeylerin farkındaydı. Olaylardan sonra bir gün bizim küçük ablayı ağlarken gördüm. Televizyona baktım, Erol Olçok’un hazırladığı o meşhur kocaman bayraklı videoyu izliyordu. “Hayırdır niye ağlıyorsun” diye sordum, beni cevabıyla şok etti. “Anne bayrak düşüyor ama onlar bayrağın düşmesine izin vermedi, biz hangi bayrağı kaldıracağız. Biz niye Türkiye’de yaşamıyoruz ki” diye söylendi. Ben de haliyle ona bizim ülkemizin bayrağı düşse tabi ki bizler de aynı onlar gibi o bayrağın düşmesine izin vermeyeceğiz, Makedonya bayrağının da Türk bayrağının da düşmesine izin vermeyeceğiz dedim. “Evet zaten buraları eskiden Türkiye ile berabermiş değil mi” (“Niye biz Türkiye’de yaşamıyoruz ki” Sorularına cevaben çoğu zaman ülkesini sevmesi için bu toprakları terk etmemeleri için verdiğim bir cevaptı bu) deyip kendisinin de koşup kaldırmaya çalışabileceği bir bayrağı olduğu için seviniyor ve ağlaması duruyor. Zaten küçük kızımıza göre “her yer Türkiye” öyle ki bu duygu selini biraz da olsa dindirdiğimizi düşündük.
15 Temmuz’dan sonra ilk kez Türkiye’ye geçen haftalarda geldik. Bu yaz tatilimizin yine tek adresi Türkiye. İpsala’dan yine geçtik, yine bizi o kocaman bayrak karşıladı kapıda, selamlaştık yolumuza devam ettik. İlk durağımız İstanbul oldu. 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nden geçmemiz gerekiyordu, her yerde bayraklar… Bizim küçük kızla “Türkiye bulmaca “ oynuyoruz, bir bayrak daha, “oooo büyüüük Türkiyee” diyor kocaman bayrakları asılı gördüğünde. Büyük kızım da içinde kalan cümleyi söylüyor, arabada gururlu bir şekilde hem de “çok şükür milletimizin vatanına geldik” diyor. Yolumuza devam ediyoruz, Bursa’dan geçip Manisa’ya doğru, ordan da Aydın’a ve son durağımız Kuşadası oluyor, kızlarımız kuşları ararken biz orda Faruk Abi ile görüşüyoruz. Kendisi 20 yıldır orada yaşıyor. Üsküp’ten üniversite okumak için gitti, turizm bölümünü bitirdi kendi iş yerini açıp orada ailesini kurup Türkiye’nin turizmi için uğraşıp duruyor. “Turizm nasıl bu yıl” ilk sorduğumuz soru tabi, “zayıf bu yıl, ama düzelecek, vatan sağolsun” diyor. Zayıf olmasına rağmen oteller pek boş görünmedi bana, yerli turistler yine sahip çıkmış diyorum içimden. Aslında yabancılar da vardı, aslında görünürde her şey yolunda, Türkiye Fırat-Kalkan operasyonuna girmişken bile. Başka bir ülke bu kadar olay atlatsa çoktan karaları bağlamıştı, ama Türkiye her durumda yine güçlü.
Dönüşte, Bursa’dan geçtik, bir ara “İstanbul 200 km” tabelasını gördüm, 5 dk sonra “İstanbul 94 km” tabelasını, ışınlandık mı acaba, meğersem Osman Gazi Köprüsüne geçiş yapmışız, o gün bir de Yavuz Sultan Selim köprüsünün açılışı olmuş. İçimden Türkiye köprüler kuruyor diyorum, gönülden gönüle şehirden şehire… Her şey yolunda görünüyor, Türkiye güçlü, gittik gördük ve döndük. En son da yine sınır kapısından içimizde buruk bir duygu ile pasaportlarımızı görevli polise veriyoruz. Pencereyi açıyoruz, çocuklar var “polis amca” onları da görsün, bizim küçük hanımefendiler “merhaba polis amca” selamını çakıyor Türk polisine. Küçük ablamız da yine damardan bir cümle kuruyor “Türkiyem sana emanet polis amca” diyor, susuyoruz ve yolumuza devam ediyoruz…