Ayrılığın kadim şahidi tren yolları

Tren garları ve soğuk raylar, insanın yüreğini sızlatır nedense trenin uzaktan duyulan sesi. Hele siren sesiyle ne yürekler ortadan ikiye ayrılmıştır kim bilir. Aslında kurulan ilk raylar, ilk demir yolları, hatlar, şehirleri birbirine bağlamak içindi değil mi? Üsküp ile İstanbul’u bağlayan bu hatların bir gün onları ayıracağını kim bilebilirdi?

Osmanlı tarafından döşenen demir yolu hattı, kurulduğu her şehri daha zengin kılmış, hem ekonomik açıdan, hem manevi yönden güzellikler katmış. Rumeli’de tren istasyonlarının yeri apayrıdır bu yüzden. Zamanın keşmekeşliğinden uzaktır, tüm gürültüleri dağıtır sanki. Geçmişe yolculuk yapılır oradan, tren geleceğe doğru gitse de sanki bir yerlerde zaman geriye doğru akar.  Zaman sadece istasyon banklarında sabit durur. O banklar ki orada zaman geçmez, saat işlemez, zamandan ve mekândan muaf tutulmuştur sanki. Eski bir gar, otlara karışmış raylar, paslanmış birkaç eski vagon, soğuk demirler ve odundan banklar, sarı renge boyanmış bir istasyon binası, sıvası eskimiş ve pencereleri kırılmış yaşlı bir adama benzese de Rumeli’nin hüznünü yansıtan bir tablodur bu. Zaman orada durmuştur, saatler de çalışmaz, sirenler de susmuştur. Eski bir vagonun penceresine kazınmış bakışlar kadar durgun hem de…

Zamanı durdurmuşken biraz geriden başlayayım en iyisi. Osmanlı Devleti’nin demir yolu inşaatına ılımlı yaklaşımı ve bazı yabancı firmalara imtiyazlar tanıması neticesinde, Anadolu ve Rumeli toprakları demiryoluyla tanıştı. Söz konusu on dokuzuncu asır bazı devletler için idari ve mühendislik konusunda karmaşık bir durum arz ediyordu. Öyle ki Osmanlı Devleti kendi demiryolu inşaatını yapma hususunda iki sorunla karşı karşıyaydı. Birincisi, yeterli sermaye birikimi, ikincisiyse teknik personel ve deneyim. Bu konuda Sultan II. Abdülhamid’e değinmeden edemeyeceğim. Sultan Abdülhamid, Avrupa devletlerine, özellikle de İngiltere’ye hiçbir zaman güven duymamıştı. Ona göre Osmanlı Devleti dünyada yalnızdı. Düşmanları vardı. Müttefikleri olsa da “hilal” hep yalnız bırakılmıştı. Avrupa devletlerinin, Osmanlı devleti aleyhindeki entrikaları felakete sürüklenmenin temel nedenlerinden biriydi. Sultan Abdülhamid, inancı ve bu inancı teyit eden örnekler dolayısıyladır ki Avrupa devletlerinin Osmanlı’nın iç işlerine karışmasına rıza göstermemeye çalışmıştır. Onların, Osmanlı Devleti üzerinde siyasî hâkimiyet kurma arayışlarıyla iktidarı boyunca mücadele etmiş, Batı devletlerinden bağımsız bir siyaset izlemeye çalışmıştır.

Velhasıl, o dönemde demiryollarının dünyada süratle yayılmaya başlaması ve Osmanlı devletinin zayıflamasına neden olan bazı gelişmeler, demiryolu yapımını gerekli hale getirmişti. Demiryolları ile hem haberleşme ağı ile donatılacak hem de Osmanlı coğrafyasında ticaret ve sanayinin gelişmesi sağlanacaktı. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen Osmanlı devletinin demiryolu yapımına sıcak bakmasından sonra batılı yatırımcılar ellerinde bir dizi projelerle Sultan’ın kapısını çalmaya başladılar. Osmanlı, kendi demiryollarını kendi tecrübesiyle inşa etmeye başlasa da başarılı sonuçlar getirememiş, mecburen yabancı firmaların işletmesine vermişti. Ancak görünürde hepsi Osmanlı şirketlerinin tasarrufundaydı. Tek istisna Hicaz demiryolu oldu. 1880 ile 1890 yılları arasında ise Rumeli’de yapımı süren hatlar tamamlanmış, Avrupa hatlarına ilk bağlantılar sağlanmıştır. Ancak savaş dönemlerinde demiryolu hatları olan bölgelerde Osmanlı devleti başarılı sonuçlar aldığı gibi, bu hatların olmadığı bölgelerde de başarısız olmuştu. Özellikle Selanik-İstanbul, Manastır-Selanik demiryollarının epey faydalarını gören Abdülhamid, yeni hatların inşasında daha kararlı olmuştur.

Dönem farklı olsa da kahramanlar asla değişmiyor. Benim yazımın başkahramanı işte bu demiryolları. Demir dediğime bakmayın, bazen yumuşacık olmayı da başarıyor bu yollar. Kavuşmak gibi bir mutluluğa sebep oluyor. Bazen de demir gibi soğuk oluyorlar. Ayrılığın soğukluğuyla baş başa kalabiliyorlar. Birçok gar şimdilerde müze olarak kullanılsa da uzaktan bakınca başlı başına bir sanat eseri olarak görünüyorlar. Her zaman dikkatimi çeken ise bu garlara inşa edilen binaların rengi sarı oluşuydu. Neden genelde hepsi sarıydı? Bu renk ayrılığın rengi diye mi acaba?

Biz Rumeli’de kalanların acılarını en iyi o demiryolları bilir. Gidenlerin de öyle. Özellikle göç edenler demir yollarını takip ederek başları öne eğilmiş bir şekilde terk ettiler buraları. Geçenlerde Üsküplü bir amca ile Yücelciler konusunu konuşurken, ona o dönemde gördüklerini, duyduklarını, nelere şahit olduklarını öğrenmek için birkaç soru sordum. “Bilmiyorum, küçüktüm, pek bir şey hatırlamıyorum” dedi, sonra başka bir şey anlattı: “Biz her gün tren istasyonuna giderdik, bütün mahallenin çocukları için bir gelenek haline dönüşmüştü, acaba kimler bugün göç ediyor diye en uğrak yerimiz Üsküp tren istasyonuydu. Ağlayanlar, mendil sallayanlar, davullar ve zurna ile gittiklerini ilan edenler de vardı. Geride kalanların ağzından dökülen birkaç kelime; İstambol’a selam süle, bizi unutmayın…”

Sevinç ve hüznün bir anda yaşandığı bir duygu tutulması, gidenlerin çoğu soyadını Türkiye’de değiştirmek zorunda kalıyordu. Genelde Kurtuluş, Yücel, Vardar, Tuna, Meriç, Kalkan, Balkan, Vatansever, Şentürk, Özkardeş, Kosovalı idi bu soyisimler.

Demiryolu hatları savaşların da baş aktörü oldu hep. Bosna savaşından kaçanlar bu yolu takip etti. Kosovalılar ülkelerini terk etmek zorunda kaldıkları 1999 yılında, Makedonya’ya ulaşmak için demir yolunu takip ettiler. Birkaç yıldan beri Suriyeli mülteciler de sınırları aşarak bu demir yollarının müdavimi oldu, Makedonya’dan Avrupa’ya geçmek için hem de. Bir dönem tam tersi istikamette yaşanan göçlere şahitlik eden raylar, şimdi farklı yöne doğru yürüyenlere ev sahipliği yapıyor. Arada çarpışan ruhlar ise hep aynı duyguları yaşıyor: Vagon dolusu gözyaşı ve yetimlik…

Benzer konular