“Ah pusto Tursko”. Makedonya sınırları içinde bu cümleyi kullananlara ne anlama geldiğini sorarsanız, iki farklı cevap alırsınız. Arada sadece vurgu farkı var. Cümle olduğu gibi aynı kalır; birinde “ah, ah” vurgusu dikkati çeker, diğerinde “vah, vah”. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce Makedonya Eğitim Bakanlığı müfredatına bağlı liselerde ve ilkokullarda okutulan tarih kitaplarına bakılırsa ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Sadece tarih kitapları değil, 20. yüzyılın başından itibaren Makedon edebiyatının ürettiği nerdeyse bütün edebi eserler estetik gözetmeden, İslam ve Türk düşmanlığını artırmak için yazılmıştır. Oysa asırlar boyu iç içe ve yan yana yaşadıkları Türkler sayesinde (Osmanlı idaresinin hoşgörüsünden de faydalanarak) edebiyatlarını yaşatmayı başarmışlardı. Makedon asıllı bir arkadaşım, kendisiyle yaptığımız bir sohbet esnasında bana şöyle dedi: “Sizi çok iyi anlıyorum, bu kitapları okurken -ki müfredata bağlı olduğu için siz de aynı kitapları okuyorsunuz- Makedonya’da yaşayan
Türkler neler hisseder diye düşünüyorum, empati kurmaya çalışıyorum ve içimi tuhaf bir his kaplıyor.” Güldüm yalnızca; çünkü biz tarihimizi sadece o kitaplardan öğrenmiyorduk, geçmiş bizim için kitaplardan ibaret değildi. Onlarca tarihi eserin arasına kurulmuş sokaklarda yürüyoruz her gün, kitaplardan olmasa da dedelerimizden, ninelerimizden duyduklarımız bizi ayakta tutuyor. Ama arkadaşımın bu hassasiyeti kayda değerdi benim için, böyle düşünenler de varmış diye sevindim.
Bundan nerdeyse on beş yıl önceydi; Makedonya Cumhuriyeti, Yugoslavya’dan bağımsız yeni yeni ayakları üzerinde durmaya çalışan bir devletti. Elbette bu parçalanmadan dolayı hasar görmüştü ama en azından Bosna gibi, Kosova gibi yıllarca süren bir savaşa sürüklenmemişti. 2001 yılında tehlikeli bir dönem yaşansa da Ohri Barış Anlaşması imzalanmış, hükümet kurulmuş, tüm toplumlar kendine bir ortam hazırlamaya başlamıştı. Bütün bu yeniliklerin içinde bize düşen biraz canlanmaktı. Demokratik bir ülke vadediyordu bütün siyasi partiler. “Kaybolan Şehir” şiirini özgürce okumanın keyfine varmıştık o bizler, yani Makedonyalı Türkler…
2001-2002 yılları arasında üniversite öğrencileri olarak birbirimizi aramaya başladık. Hangi bölümde kaç Türk öğrenci var diye soruşturduk, onlarla buluşup birbirimizin derdini dinledik. Velhasıl güzel bir başlangıç oldu, dergi bile kurduk. Derneğimizde, değerlerimize özgürce, korkmadan sarılabilirdik artık. Ülkemiz kendini geliştirmek için dış ilişkilerini de güçlü tutmaya çalışıyordu.
Farklı ülkelerle görüşüp yeni yatırımlara kapı açıyordu. En büyük desteği de Türkiye’den gördü, bu bir gerçek. Türkiye’de o dönemde yeni bir siyasi oluşum vardı malumunuz. Hem kendini yeniliyor, hem de dış siyasette daha verimli olmaya çalışıyordu. Ziyaretler sıklaştı, daha çok dertleştik, daha çok sahiplendik. Türkiye tarafından ülkemize yapılan bu ziyaretler öyle kuru gezilerden ibaret değildi; dönemin başbakanı yanında akıncılar gibi önemli işadamlarıyla geliyor, hem siyasilerle görüşüyor, hem yatırımlar yapıyor, hem de halkla iç içe oluyordu. Birçok ziyaret oldu, güzel işlere bismillah denildi. Hepsini bir yazıya sığdırmam mümkün değil elbet. Ama yazının girişinde değindiğim konuya dönmek için bu ziyaretlerin birinde vuku bulan bir olaya değinmeden geçemeyeceğim.
Üsküp’ün en güzel simgesi olan Taş Köprü restore edilirken Osmanlı döneminden kalma, Selçuklu mimarisini andıran güzelim mihrap yıkılmış, Drina Köprüsünden atlayan Fatma gibi kendini Vardar nehrine bırakmıştı. Otopsi raporuna göre intihardı, öyle dediler, oysa bize göre cinayetti. İşte tam bu yerde, olayı inceleyen bir müfettiş gibi uzun bir adam belirdi. Ziyareti esnasında kendini köprünün üstünde buldu, “Bunun hali ne böyle” der gibi sert sert baktı bizimkilere. Yıl 2006, aylardan Mayıs, o gün etrafını Fatih’in torunları sardı.
Ertesi günü Makedon basınında okuduğum haberi aynen paylaşıyorum: “Makedonya ziyaretinde bulunan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Makedon hükümetinden üç istekte bulundu: Biri müfredattaki tarih kitaplarının gözden geçirilmesi, diğeri Taş Köprü mihrabının onarılıp yerine getirilmesi, üçüncüsü ise tarihi bir eser olan köprünün adının değişmesi, yani o köprü Fatih Sultan Mehmet döneminde yenilendiği için adını da bu şekilde alması…” Haberi derneğimizin mekânında okuduğumuzda, arkadaşlarla birkaç saniye bakıştık, sonra rahat bir nefes aldık, çok şükür dedik.
Aradan tam on yıl geçti, şu anda mihrap yerinde, tarih kitapları konusunda sayısız konferanslar, sempozyumlar yapıldı; tarihçiler toplanıp konuştu, danıştı. Kitaplar bir süzgeçten geçti. Makedon bir tarihçinin incelemesine göre Makedonya’da Osmanlı dönemini anlatan tarihçiler ikiye ayrılıyor. İlk gruptakiler daha ılımlı, yani Osmanlı dönemine daha objektif yaklaşımları var, dönemin ekonomik, kültürel ve sosyal konularına değiniyor, tarihi daha tarafsız anlatıyorlar. İkinci gruptakiler ise isyanlara, askeri ve toplumsal hareketlere daha çok yer vererek, tarihi gerçekliklerden uzak ve yanlı bir tutum içinde bulunuyorlar. Bizim kitaplar işte bu tarihçilerin insafına kalmış. Kitaplarda bahsi geçen ulusal tarih anlatısının gerçeklerden uzak olduğu, Osmanlı Devleti’nin sağladığı kültürel haklar, ekonomik gelişmeler ve dini özgürlüklerin görmezden gelindiği anlatılanlar arasındaydı. Fakat son yıllarda gelişen ve değişen bilim ortamında Makedonya’da tarih eğitimi alanında objektifliğin giderek arttığı söyleniyor. On yıl önce hayali bile güzel olan bazı şeylerin gerçekleşmesi çok güzel. Ancak köprü, bırakın isminin değiştirilmesini, adı gibi taştan yapıtlarla istila edilmiş vaziyette. Gönül isterdi ki buna rağmen onca heykelin arasında Fatih Sultan Mehmet’in de bir büstü olsun. Kim bilir, her gerçek bir hayal ile başlarmış.
Son yıllarda, Türkiye’nin Balkanlara yönelik güçlü dış politikası sayesinde, Makedonya’nın kültürel kodlarına işlemiş “Ah pusto Tursko” yani Osmanlının bu topraklardan çekilmesinin ardından “Ah o Türk zamanı (neler çektik)” iddiası da çürümüş oldu. Yakın tarih bunu, “Ah o Türk zamanı (değerini bilemedik)” olarak değiştirdi.