Adımız da bir dilimiz de

Nisan, baharı bazen yağmurla karşılayan, bazen de yaz mevsiminin sıcaklığını sunan bir ay; bazen soğuk akşamlar yaşatan, bazen de güneşin altında terleten zamanların ayı. Bu güzel ayda mektup yazmak ne güzel. Ayrı bir heyecan da varsa hele insanın içinde, apayrı bir duygu. Türkiye referandum seçimini yaşamış olacak bu yazıyı okuduğunuzda, birkaç gün farkla da olsa geleceğe mektup yazıyormuş hissine kapılıyorum. Sadece Türkiye’nin değil, birçok ülkenin merakla beklediği 16 Nisan geride kalmış olacak. Sizin vereceğiniz karar bizi de çok etkileyecek, buna emin olun. Sizler sevinecekseniz, bizler de sevineceğiz. Üzülecekseniz inanın sizden daha çok üzüleceğiz. Ama mevsimlerden bahar ve bahar umut demek. Umutlarımız baharda açan çiçekler gibi taze, ve ağaçlar meyve vermeye hazır bir halde heyecanlı bir bekleyişte. Her bekleyiş aslında bir geliş için değil midir? Baharı bekleyen ağaç dalları önce kar taneleriyle örtülüyor, ardından yeşermeye başlıyor yapraklar. Baharlar açıyor ve meyve bekleyişe geçiyor. Güzel heyecanlar bunlar.

Bu heyecanlı günler bana çocukluğumu hatırlatıyor. Sahi bu topraklarda doğan çocuklar nasıl büyür hiç düşündünüz mü? Gelin bu seferlik bütün bildiklerinizi unutun Balkanlarla ilgili, önyargılarınız ve size buraları hatırlatan her şeyi unutun. Hatta Üsküp ağzı olduğunu zannettiğiniz “be yaaa” kelimesini de unutun mümkünse. Bizde pek duymadım onu kullananı, sanırım Trakya ağzı. En azından Üsküp’te kullananı görmedim, duymadım.

Balkanlar’da doğan her Türk çocuğunun ilk karşılaştığı tören, bütün Müslümanlarda olduğu gibi kulağına isminin okunmasıdır. Üsküp her daim âlimlerin yetiştiği bir şehir olmuştur. Bu günümüzde de devam ediyor. Hemen her ailenin bir akrabası, yakını, tanıdığı ya hafızdır ya hocadır. İsim bulmak konusunda dikkat edilen en önemli husus, çocuğun hayatı boyunca kullanacağı ismin diğer dillerde de kötü bir anlamı olmamasıdır. Çocuk doğar doğmaz bu gerçekle karşı karşıyadır, “ötekilerin” ismiyle dalga geçmemesi için özenli davranılır. Daha sonra çocuğun “babinası” yapılır. Yani doğumunu müjdelemek ve hayırlı bir evlat olmasını niyaz etmek için mevlit yapılır, dualar edilir.

O çocuk büyür ve yürümeye başlar, ağzından dökülen ilk kelimeler ana dilindedir. Bizde anadilin önemi çok büyüktür. Annelerimizin evinde konuşulan Türkçe biraz farklıdır, Üsküp Ağzıdır, bizim Türkçemizdir. Akademisyen de olsa, yazar da olsa, ev hanımı da olsa, marangoz da olsa herkes o Türkçeyi kullanır. Bizler aramızda o Türkçeyle konuşuruz. Ama buna rağmen Türkiye Türkçesini de (daha doğrusu İstanbul ağzını) biliriz; yazışmalarda, resmi toplantılarda, Türkiye’den biriyle karşılaştığımızda otomatikman değişir şivemiz.

Bilir misiniz, buralarda çocuklara “maksım” denilir. Başta farklı bir dil gibi gelebilir ama aslında “Maksûm” kelimesinden türediği söyleniyor. Anlamı da “ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş” yani doğuşuyla çocuk annesinin karnından ayrılmış, bölünmüş. Çocuklarımız da ilk başlarda Üsküp ağzıyla konuşur, bir-iki yıl içinde de İstanbul ağzını öğrenir. Yeni nesil bu konuda çok daha hızlı, uydu antenleri sayesinde evde devamlı Türkiye televizyonlarının izlenmesinden dolayı onlar daha çabuk öğreniyorlar. Çocuklar eden sonra okulla tanışıyorlar ve çok şükür Türkçe okutabiliyoruz onları. İlk soruları her zaman çok ilginç oluyor: “Neden Türkiye’de yaşamıyoruz?” Etrafta konuşulan dilleri anlamıyorlar, markete gittiklerinde istediklerini almak için gelip bize soruyorlar anlamlarını. Oyun parklarında ise farklı dillerde konuşan çocukların arasında hepsi sanki aynı dili konuşuyor gibi oyunlar oynuyor. Sonra yavaş yavaş konuşulan dilleri onlar da öğreniyorlar. Bir dil öğrenmek için başta ana dilini iyi bilmen gerek, bu yüzden çocuklarımızın başta kendi dillerini iyi öğrenmeleri için her şeyi yapıyoruz.

Türkiye’den gelen bir grup akademisyen vardı geçen yıl, biz bunları anlattığımızda şöyle dediler: “Oysaki bizler çocuklarımızı illa yabancı bir dil öğrenmeleri için anaokulundan beri yabancı okullara veriyoruz”. Demek ki dışarda kalınca insan özüne daha çok sarılıyormuş, bütün bu bilincin en büyük sebebi “kaybetmek korkusu”. Korkularımız belki çocuklarımızın çok rahat büyümelerini sağlamıyor ama kişilikleri oturmaya başlayınca, etrafı gözlemleyince anlamaya başlıyorlar. Bugün annemin her sözünü daha iyi anladığım gibi, onlar da eminim ilerde bizleri daha iyi anlayacaklar. Dünyanın en masum varlıkları olan çocuklar çoğu zaman öyle sorular soruyorlar, öyle davranışlar sergiliyorlar, öyle cümleler kuruyorlar ki kâh güldürüyor kâh hüzünlendiriyorlar. Okulda toplama ve çıkartma işlemlerini öğrenmeye çalışan kızım, Vodno Dağındaki haçı hep artı olarak görüyor mesela. Küçük kızım ise yolda gördüğü kiliseleri cami zannediyor ve “Allahu Ekber” diyor. Akıllarına esince “Haydi Türkiye’ye gidelim, oradaki oyuncaklar daha güzel, hem orada deniz de var” diyorlar. Mutlu olunca da dolaptan bayrakları çıkartıp evde miting yapıyorlar. Bizler ise onların hasretlerini giderebilmek için çoğu zaman günümüzü gecemize katıyoruz. Uğraştığımız kitap yayınları, sosyal faaliyetler, dergiler, kültürel faaliyetlerin çoğu geleceğimizin teminatı çocuklarımız için. Onlar, yaşadıkları toprağı vatan yapabilmeyi daha küçük yaşta öğreniyorlar. İçinde yaşattıkları o vatan hasretinin zayıflık olarak kalmaması, azınlık olmanın zayıflık değil de yaşadıkları ortamlarda her daim kendi vatanlarını savunabilmeyi öğrenmeleri bizim için çok önemli. Her milletle eşit şartlarda büyütmeye çalışmak, yaşadıkları toprakları kendinden sayabilmeleri için tüm yapılanlar. Sınırların hiçbir önemi yok, insan kendini bildikten, kendini tanıdıktan sonra herkese saygılı olmayı öğreniyor. İnsan vatanını severse her vatana saygı duyar. Hainlik, insanın başta kendini sevmemesinden kaynaklanır. Kendini tanımayan, kendine yabancı olan, yabancıların kuklası olmaya mahkûm kalır.

Bu topraklarda evlat yetiştirmenin ayrı bir inceliği vardır. Çocuk hem çocukluğunu yaşar hem kendini tanır hem etrafı gözlemler. Hem kendini sever hem diğer milletlere saygı duyar hem eğitilir hem davranışıyla eğitir hem soru sorar hem de cevabını kendi verir. Önce dilini öğrenir, sonra beş dil konuşmayı. Önce dinini öğrenir, sonra da diğer dinlere saygı duymayı. Bu gelenek bize dedelerimizden kaldı ve bu ışık hiç sönmedi. Özgüvenimizin kırıldığı dönemler oldu elbette, bu yüzden çekingen tavırlar sergiledik. Bu eksikliği giderecek tek şey Türkiye’nin güçlü olmasıdır. Türkiye güçlü olunca özgüvenimiz de artıyor, bu çocuklarımızın hal ve hareketlerine bile hemen yansıyor.

Dilerim bu bahar hepimiz için hayırlı ve güzel olacak, toprağa saçılan tohumlar elbet güzel meyveler verecektir. Rumeli diyarından üstat Necip Fazıl’ın bir şiiriyle selamlıyorum hepinizi:

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylan koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

Benzer konular