Geçtiğimiz günlerde 86 yaşında vefat eden Mehmet Şevket Eygi’yi, 90’lı yıllarda Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğrenciyken tanışan ve sonrasında ağabey-kardeş ilişkisi kurduğu, aynı zamanda Sultanahmet’ten komşusu olan gazeteci Recep İncecik ile konuştuk. Şevket Bey’in son yıllarında hep yanında bulunan, gezilerinde ve programlarında kendisine eşlik eden İncecik, Türkiye’nin yazılarından ve konuşmalarından tanıdığı bir fikir adamının az bilinen yönlerini, özel yaşamındaki hassasiyetlerini ve son günlerini anlattı. “Hayatım boyunca Şevket ağabey kadar nazik ve kibar birine daha tesadüf etmedim” diyen İncecik, vefatından birkaç gün önce gittikleri piknikte Şevket Bey’in yakın dostlarına “Hâlen yaşama sevinciyle doluyum” dediğini aktarıyor.
Merhum Mehmet Şevket Eygi ile çok sık görüşenlerden biri de sizdiniz. Bu ziyaretlerde neler konuşurdunuz?
Şevket ağabey, hoşsohbet bir insandı ve bildiği konularda anlatmayı severdi ama “boş lakırdı” olarak tanımladığı gevezelik edilmesinden hiç hoşlanmazdı. Zaten yakından tanıyanlar onun bu sözlerini ve uyarılarını hep duydukları için aşırı ihtimam gösterirlerdi. Onunla dostluğumuzun ilk yıllarında o anlatır, bizler dinlerdik. Güzel ve sade Türkçesiyle tane tane anlatır, herkesin anlayacağı şekilde konuları izah ederdi. Yazılarında da bunu fark edersiniz.
Gençlik dönemlerimizde Şevket ağabeyin yanında uluorta konuşmalar yapamaz, yapmazdık. Ağırlıklı olarak öğrenme merakıyla dolu gençlerdik. Ne anlatırsa kapmaya gayret ediyordum. 40’lı yaşlara geldiğimde bana da konuşma hakkı verdi. İstişare eder, gündelik meselelerini konuşur, danışırdı. Yakın yerlere yaptığımız seyahatlerimizde yol boyunca hangi evin ne amaçla kullanıldığını, eşyaların fonksiyonlarını, mahalle hayatının güzelliklerini anlatırdı. Yazılı kültüre önem verdiği kadar şifahi kültüre de önem verirdi. Şevket ağabeyden bu kültürü aldık. Yaşayarak nasıl öğrenilir onu keşfettik.
DİNLEMEYİ ÖĞRETİRDİ
Bu gezilerden sizin heybenize ne düştü?
Eski İstanbul’u ve İstanbulluyu sıklıkla anlatırdı. Küçük bir çocukken geldiği Galatasaray’daki ilkokul yıllarından itibaren İstanbul’u gezmeyi kendine zevk edinmişti. Kaybolan güzelliklerin hüznünü yaşar, elde kalanların korunması için titizlenirdi. Suriçi onun için çok kıymetliydi. İstanbullu olmayı, adab-ı muaşereti, ucuza nasıl şık ve güzel giyinilir, antika eşyalar nereden alınır hep ondan öğrendik. Şevket ağabey her şeyden önce çevresindekilere yaşama sanatını öğretmeye gayret ederdi.
Yine dostluğumuz sayesinde Osmanlıca’yı öğrendim. Her gence mutlaka Osmanlıca’yı öğrenme tavsiyesinde bulunurdu. 600 yıllık kültür ve tarihi kendi imkanlarımızla keşfetmemizi çok isterdi. Harf inkılabı olmuş, bunları nasıl okuyacaksınız? Dil değişmesi değil sadece, yazı değişince kültürel mirasla bağınız kopuyor. Osmanlıca’nın yanı sıra mutlaka bir yabancı dil öğrenilmesini teşvik
ederdi. Onun bu tavsiyesi üzerine 40 yaşından sonra Londra’ya giderek dil okuluna devam ettim. Bir diğer hassasiyet konusu da toplumdaki israf hastalığıydı. Tabağındaki tek bir pirinç tanesini dahi bırakmazdı. Eğer tabağınızda yemek bırakırsanız işiniz zor…
Şevket ağabey insan yetiştirmeye adanmış bir ömür yaşadığı için, özellikle de gençlere bitmez tükenmez tavsiyelerde bulunur, öğütler verirdi. Mesela, “Sen 20 yaşındasın, henüz yolun başındasın ve dinlemeyi bilmiyorsun. Görmüş geçirmiş, senden daha tecrübeli kişilerden istifade etmek yerine konuşmayı tercih ediyorsun” derdi ve bu anlamda tatlı sert fırçalardı. Kimseyi asla rencide etmez, küçük düşürmezdi. Bu sözlerini de “Müsaade eder misin, sana birşey söyleyeceğim” diyerek kibarca uyarırdı.
Nezaket çok önemliydi onun için, yazılarında da çok fazla yer verirdi. Onu gördüğümde nasıl hitap edeceğimi şaşırırdım. Sizin için de böyle miydi?
Yazılarında çok keskin ve sert bir üslup ile karşılaşırdık ama gerçek hayatta çok nazik bir insandı. İnançları ve değerleri konusunda tavizsiz bir tutuma sahipti. İnsani ilişkilerinde ise hep kibar, hep mahçup bir insandı. Hiç kimseyi üzmek istemezdi. Bir işiniz varsa yardımcı olmaya çalışırdı. İşsiz bir genç görürse, tanısın tanımasın fark etmez, mutlaka yardımcı olurdu. Benim bir hemşehrim vardı, dünya görüşü farklıydı, hala da farklı. Ona iş bulmak için çok uğraşmıştı. Ona saldıranların, ağır söz edenlerin tanıdıklarında nasıl mahçup olduklarını çok gözlemledim.
KAPIDA KARŞILAR, KAPIDA UĞURLARDI
Hiç evlenmedi, yalnız yaşıyordu, nasıl bir ev hayatı vardı, neler yapardı gün içinde?
“Yalnızlık en büyük sığınaktır. İnsan en fazla evinde hürdür” derdi. Zaman zaman gençler yardım etmeye gelse bile devamlı bir yardımcısı yoktu ve yalnızlığı tercih ederdi. Sadece Şile’deki köy evine gittiğinde, yanında birileri kalırdı. Son zamanlarda da zaten oraya gidemiyordu. Evinde televizyon yoktu, ama internetten dünyayı takip ederdi. Asistanları olurdu, hem üniversitedeki gençlere harçlık vermek hem de onları yetiştirmek için sürekli kendine asistan alırdı. Rahmetli Mahir İz Beyefendinin yeri onun nazarında çok başkaydı, “Bana üstatlık etmiş çok faziletli bir şahsiyettir. 1952’den itibaren 19 yıl ona mülazemet ettim. Kendisi baba ve anne tarafından seyyid imiş, 17 yılda bunu bir kere bile söylemedi” diye anlatırdı.
Evlenme konusuna gelecek olursak, “Birkaç defa niyetlendik ama kısmet değilmiş” veya “yurt dışında yaşadığım için evlenme imkanı bulamadım” şeklinde cevaplar verirdi. Geçen Ramazan ayında bizim lokantada bir kez daha bu konu gündeme geldi ve çok üzüldü, “Bu benim özel hayatım, niye soruyorlar ki” demişti. Daha önceki röportajlarında açıklamıştı neden evlenemediğini. Gençlere mutlaka evlenmelerini tavsiye ederdi, tanıdığı insanların düğününde bulunmaya gayret gösterirdi. Kendi tercihi yalnız yaşamak oldu. Son ana kadar kendi işini kendisi gördü, yemeğini kendisi yaptı
Tabii ki ziyaretçileri çok fazla olurdu. Kahvaltısını evinde yapar, mutfak alışverişini yapmaktan mutluluk duyardı. En büyük lüksü ikindi çayıydı. Hiç vazgeçmezdi. Beni de sıklıkla davet ederdi ikindi çayına. Onun için çay yapmak kadar içmek de önemli bir ritüeldi. Çay içmeyi seremoniye dönüştürmüştü. Çok güzel kurabiyeleri olurdu. Kapıda karşılar, kapıda uğurlardı. İyi bir aşçı, iyi bir gurmeydi. Sağlığının elverdiği dönemlerde iyi lokantaları arar bulurdu. İsrafa kaçmadan tüketmeyi, iyi yemek yemeyi severdi. Kıyıda köşede kalmış hangi lokanta varsa bilirdi. Gitmediğimiz yer yoktu.
İlgiden mi ilgisizlikten mi şikayetçiydi?
İnzivayı, yalnızlığı severdi. İlgisizlikten şikâyet ettiğini hiç duymadım, aksine yoğun ziyaret taleplerinden bunalıyordu. Çünkü gelen misafirleri iyi ağırlamak onun için mühimdi. Evine kabul ettiği dostu, arkadaşı çoktu. Ailesi yoktu ama mesela İstanbul Üniversitesinde İdare Hukuku Profesörü Aydın Gülan Bey, evlattan öteydi onun için. Şevket ağabeye karşı çok hürmetkardı. Son anına kadar yanında oldu. Son gittiğimiz piknikte de Aydın ağabey vardı. Hatta orada “Sen koskoca profesörsün, bize hizmet etmeyi bırak, otur şuraya” diye espri yapmıştı. Kedisini de o sahiplendi. “Yeni evine nasıl alışabildi mi?” merak edip sorduğumda “iyi” olduğu bilgisini verdi.. Zaten Şevket ağabeyden sonra kediye bakacak en emin kişi Aydın ağabeydir.
Herkesin hafızasında bir anı, hatıra daha derin bir iz bırakır, sizde de var mı böyle bir hatıra?
17 Ağustos 1999 depremi oldu. O günlerde herkes dışarılarda yatıyor. Şevket ağabeye de bizim Sultanahmet’teki evin yanındaki İskenderpaşa Türbesinin bahçesinde bir yatak hazırladık, orada kaldı. Deprem, Marmara bölgesinde büyük çapta can ve mal kaybına neden olmuştu. Kocaeli’nin Gölcük ilçesinde bir akrabası olduğunu söyleyerek, onun ismini ve evinin adresini verdi, durumunu öğrenmemizi istedi. Depremden bir gün sonra Gölcük’e gidip adresinde durumunu araştırdık, maalesef hayatını kaybetmişti.
Bir de geçen yılki son iftarımızı unutmam mümkün değil. Davetlimiz olarak, bizim restorana gelecekti ama sağlığı el vermediği için biz onun evine gittik. Giderken de iki arkadaş götürdüm yanımda. Birisi için müsaade almıştım, son anda başka birisi daha dahil oldu. Onun için de kapıda müsaade istedik. “Hay hay” dedi. Sonra bana mail atarak, “Evim biraz dağınık diye arkadaşına ayıp olmadı değil mi” demişti. Sofrasına kabul ettiği için çok memnun olduğunu söylemiştim ben de.
Son pikniğimizde verdiği brüksel lahanası tarifini de vermek istiyorum, ondan bir hatıra olsun okurlarınıza. Et suyu, tavuk suyuyla birlikte içine acı biber atılacak, kabuğuyla birlikte yıkanarak bir baş sarımsak ilave edilecek. Acı biberle et suyu iyice piştikten sonra, brüksel lahanaları atılacak, üstüne yoğurt dökülecek. “Suyunu da kesinlikle dökmeyin, şifadır” demişti.
Ülkenin gidişatı veya gençlerle ilgili en çok rahatsız olduğu konu neydi?
Son Ramazan’da 20 öğrenciye iftar yemeği vermişti. Müsaade isteyerek görüntülü çekim yaptım. Gençlerin okumadığından, yaşlılara toplu taşımada yer vermediklerinden söz etti. Telefonlara büyük paralar veriyorlar, kitaba gelince para bulamıyorlar demişti. “Dilimizi kaybedersek, her şeyimizi kaybederiz” diye yakındı. “Bazı değerler vardır, bazı kavramlarla anlatılır. Mesela fütüvvet ahlakını ‘fütüvvet’in manasını bilmeyen gençlere nasıl anlatacağız” demişti.
Orada okunacak kitapların listesini de vermişti. “Kısa yoldan nasıl köşe dönülür gibi kitapları demiyorum” dedi. Yabancı dilin bazı sitelerde olduğu gibi yatarak uyuyarak öğrenilmeyeceğini, iğneyle kuyu kazarak, emek vererek öğrenilmesi gerektiğini ifade etti. “Mühendis ol, doktor ol, ne olursan ol, önce adam ol, kültürlü ol, bazı değerleri öğrenerek ol” demişti.
Son pikniğimizde de uzun uzun konuştu. Ben kayda almadım, böyle bir şey olacağını beklemiyordum. Ama arkadaşlar aldılar sohbetini kayda. Orada da yaşama sanatından bahsetti. Bir de ölme sanatından bahsetti. “Ben halen yaşama sevinciyle doluyum” demişti. Ama yarın ölecekmiş gibi de hazırlığı vardı. Sohbetlerinde de “Ben ölürsem evimi hayır yolunda kullanın, bir vakıf kurun” derdi. Bir istişare yaparak, ne gerekirse onu yapacağız.