Dünya kadim tıbba dönmenin yollarını arıyor!

İbn-i Sina’nın El-Kanun Fi’t-Tıbb eseri başta olmak üzere İmam-ı Gazali’nin meşhur eseri İhya’nın Yusuf Sıdkî el-Mardinî Tercümesi ve Şerhi, Vankulu Lügati, En-Nurul’un Furkan Kur’an Lügati, İlk Yapma Dil olan Baleybelen, Kınalızade Ali Çelebi’nin Ahlâk-ı Alâî’si, Tuhfe-i Hattâtin, Aşçı Dede’nin Hatıraları, Menakıb-ı İbrahim Gülşeni, El-Okyânûsu’l-Basît fî Tercemeti’l-Kâmûsu’l-Muhît gibi eserleri bugüne kazandıran Prof. Dr. Mustafa Koç ile El-Kanun Fi’t-Tıbb merkezinde olmakla beraber, günümüz üniversitelerin durumu ve tıp tarihine kadar uzanan keyifli bir mülakat gerçekleştirdik. Son derece bilgilendirici, etkileyici mülakatın ilk bölümünü bilginize arz ediyoruz. İnşaallah devamını ileriki sayılarımızda bulacaksınız.

Hocam öncelikle Atatürk Kültür Merkezi tarafından tedrici olarak neşredilen ve çok eleştiri alan El-Kanun neşrinden başlasak… Bu tartışmalı neşri görüp inceleme imkânınız oldu mu?

‘Esin hanımın bu tercümesi muvaffakiyetli bir tercüme mi, tercümesini Arapçadan mı, İngilizceden mi yapmış’ şeklinde sorular geliyor. Esin Kahya hanımın uzun zamana yayılan tercümesini sondajlama usulüyle karşılaştırdım… Hanımefendi El-Kânûun fi’t-Tıb tercümesini İngilizceden ya da herhangi bir batı dilinden yapmamış. Önüne Tokadî’nin tercümesini koymuş ve onu sadeleştirmeye çalışmış.

Bu sadeleştirme ameliyesini gerçekleştirirken de iyi bir müktesebatla metnin içerisine nüfuz etmemiş. Tokadî’yi anlayamamış. Tokadî’nin tercümesindeki kelimeleri doğru seslendirememiş. Seslendirdiği kelimelerin lugavî ve ıstılahî mânâlarını kavrayamamış.

Bu itibarla çevirisi muhkem bir anlatımdan mahrum, doğru bir tercümeden uzak. Metni hiç anlamamış. Muhtemelen kendisi de bunu anlamadığını biliyordu. Kendisinin Tokadî’den yaptığı tercüme teşebbüsünün anlaşılmaması için de çalışmasının girişinde ‘ben, Tokadî’den bu metni aktarmadım’ gibi tutarsız, mantıksız bir savunmanın içerisine girmiş. Kim bilir belki de çalışmasının kaynağının açığa çıkmasını istemiyordu.

Tokadî’yi gizlemesinin sırrı, eserin sadeleştirilmesinde başarısız olduğundan mı kaynaklanıyor?

Birincisi, kendisinin orijinal bir mütercim hüviyetinden uzak görülmesini istemiyordu. “Ben bu literatüre hâkimim ve Tokadî’yi tercüme etmedim. Bu metnin münhasır ve müstakil mütercimi benim” gibi fevkalade bir iddia ile ortaya çıkıyor. Ama Tokadî ile Esin Kahya’nın tercümesinin literal bir karşılaştırmasında, bütünüyle Tokadî’den istifade etmeye çalıştığı görülüyor.

Kelime, ifade ve tamlamaların basit lügatlerdeki karşılıklarını bularak yerleştirmeye çalışmış. Üstelik zaman zaman koyduğu dipnotların hemen tamamı da Tokadî’nin tercümesinden iktibas edilmiş. Sıkıntı şu ki, bıraktığı intiba, girişteki malumata istinaden, Esin hanım El kanun fit-Tıbb’ı Arapça’dan çevirdiğini ima ediyor. Fakat tercümeyle karşılaştırıldığında, Esin hanımın Arapçayı iptidai seviyede dahi olsa bilmediğini, Osmanlı Türkçesine nüfuz edemediğini, tam bir İngilizcesi de olmadığı için, İngilizce bir çeviriden de Türkçeye aktarmadığını gördüm.

Hikâyenin gerçeği şu, Esin Kahya önüne Tokadî’nin tercüme ettiği Ragıp Paşa nüshasını, ya da bir başka Tokadî nüshasını açıvermiş ve iptidai bir seviyede, yeni Osmanlı Türkçesine giriş yapmış, yeni yeni talim eden bir öğrenci edasıyla metni kırarak, dökerek, metne nüfuz etmeyerek Türkçeye aktarmaya çalışmış. Metne nüfuz edemediğinden, metni anlayamadığından, yaptığı tercüme de anlaşılmaz bir hâle gelmiş. Klasik Türkçe metinlerle meşgul olanlar bilir. Eğer tercüme anlaşılmaz bir metinse, bu klasik metne hâkimiyetsizlikten ileri gelir. Kahya, İbn-i Sina’nın karşısında onu anlamaya çalışan bir öğrenci edasıyla dursaydı, metinle ilişkisi, teması anlaşılabilirdi. Oysa haddini fevkalade aşarak, ‘ben, o eserin Arapçasından tercüme ettim’ edasıyla ortaya çıkmış.

Bu ortaya çıkınca bir akademisyenin, bir profösürün başına gelecekleri idrak edememiş mi?

Türkiye’de ilmin seviyesini inşallah bu metin ele vermiyordur. İnsanı hayrete düşüren bir hamle bu…

Bu aslında tıp eserlerinin pek çoğunun tercümesinde benzer bir derdi bize gösterir mi?

Esin Kahya’nın yaptığı, bin yılda bir görülebilecek bir iş. Sıkıntıları cihetinden söylüyorum. Arapça bilmiyorsun, Osmanlı Türkçesi bilmiyorsun ve İbn-i Sina’yı Türkiye Türkçesine tercüme ediyorsun. Ve sen bunun açığa çıkmayacağını düşünüyorsun. Bu klasik metinlere, mütercimin kendi şahsına, ilim erbabına hürmetsizlik. Muhtemelen bu yanlışların açığa çıkacağı konusunda Türkiye’de ilmî bir seviyenin var olmadığı kanaatini o besliyor olmalı ki, bizzat bu işin içine girmiştir.

Başka tercümelerde de aynı dertle karşılaşabilir miyiz, sizin tecrübelerinizden hareketle?

Esin Kahya’nın çalışması devlet eliyle neşredildi. Devlet eliyle neşredilen eserler, ilmî bir heyete gider. Biz buna ‘raportör’ diyoruz. Birisi eseri çalışır, hazırlar ve sahasında yetkin kabul ettiğimiz profesörlere gider. Onlar çalışmayı inceler ve basılabilir hükmünü verebilir. Şimdi Esin Kahya’nın çalışmasındaki sıkıntıları bir yana bırakalım, bu tercüme metnin neşrinin devlet eliyle tahakkuk etmesi ve bu esere rapor verenlerin bu esere kefil olmaları, bilim tarihi akademyasının vaziyetini gösteriyor. Tıp tarihinin en mühim eseri bu şekilde neşre çıkıyorsa, eskilerin tabiriyle “geri kalanını buna mukayese edin!”

Esin Kahya bu eseri bastığı tarihte o kurumun aynı zamanda yönetim kurulu üyesiydi. Onun tercüme ettiği esere kendisinin tayin edeceği bir raportör hüküm verecek. Gerisini konuşmaya çok da değmeyecek herhalde…

-Tebessüm…-

Sizin Osmanlı Türkçesiyle neşrettiğiniz Tokadî merhumun eserine dönersek… Latinize ederek bu eser hem bir tercüme, hem de bir şerh. Biraz bu yeni eserden bahsetsek…

Tokadî, 18. yüzyılın ortasında yaşamış bir karakter. Şüphesiz bu karakter çarşıda, sokakta, evde topluluk, içerisinde üç aşağı beş yukarı bizim gibi konuşuyordu. Türkiye Türkçesinden çok da farklı bir Türkçe değildi. Anlaşılır. Ama mevzu ilim yapmaya geldiğinde, ilmin bir dili var. Bir terimler manzumesi var. Bir derinliği var. Şarkın ve garbın kadim tıp metinlerinin kelime hazinelerini içine alacak bir miras söz konusu. İbn-i Sina binlerce ıstılahı ve bir yığın ilimlerin hülasasını barındıran bir eser vücuda getiriyor. Antik Yunan metinleri, ta Hindistan’dan gelen kadim gelenek, İran coğrafyasında vücut bulan birikim, Arap tıbbının müktesebatı… Bütün bunları bir araya getirdiğinizde, siz bunu sokak diliyle, konuşma diliyle aktaramazsınız.

Her bir kavramın arkasında birkaç bin yıl olması gerekir. Bu metin üst seviyede bir dille kaleme alınabilirdi. Bu metin için çok zengin bir kelime servetine ihtiyaç vardı. Ve mevzu tıp mevzuu… Tokadî bin yıl boyunca şarktan garba bu ilmi anlatabilecek kelimeler kullandı. Bu kelimeler büyük miktarda Arapçadan ama bir nispetle Yunancadan, biraz da Farsçadan, şüphesiz tercüme ettiği dil itibariyle Türkçeden beslenen bir dildi. Ancak bu haritadan vücut bulabilecek bir dille bütün zamanların en mühim tıp metni, Osmanlı Türkçesine aktarılabilirdi. El Kanun’un anlaşılması zaten yazıldığı zaman da bile güç bir metindi. İbn-i Sina’nın vefatı 1037 diyelim, 11. yüzyılda yazıldığında da muhkem ve müşkül bir metindi.

Yani büyük şerhlere ihtiyaç duyan bir metin…

Şüphesiz! Yarım asır geçti geçmedi, Fahrettin Razi 1. cildin üzerine şerh yazma teşebbüsünde bulundu. Kutbuddin Şirazi sadece 1. cilt için 13 cilt şerh yazmak zorunda kaldı. Yirmiye aşkın şerh yazıldı sadece ilk cilt için. Zordu, ağırdı. Büyük bir külliyattan söz ediyoruz.

Modern okuyucu “biz bunu anlayamıyoruz” diyor. ‘Anlayamıyoruz’ cümlesinin muhatabı Tokadî’nin tercümesi. Sormazlar mı şarkın ve dünyanın en dolu tıp metnini; seviyesi fevkalade düşürülmüş, anlatım imkânları daraltılmış bir Türkçe ile yani 200-300 bin kelimelik kısır bir lisan ile nasıl anlayabilirsin? Böyle ağır metni 300-500 kelime bilen adama anlatmak istediğinde işte böyle hoş olmayan hâller ortaya çıkar.

Böyle kadim ve muhkem bir metni insanların ağzında lokmaya dönüştürmek bu ölümlü dünyada muhal… Hangi bilim sahası disiplin için bu söyleniyorsa, bunun bir karşılığı vardır deniliyorsa, siz insanları aldatan bir cümle kuruyorsunuz demektir.

İbn-i Sina’yı anlamak için şarkın müktesebatını bilmek gerekir. İbn-i Sina bu eseri yazarken kendisine kadar tevarüs eden bütün ilimleri doğuda, batıda, kuzeyde ya da güneyde olsun topluyor ve tahlil ediyordu. Şüphesiz böyle bir karakterin en mühim eserini anlama yolunda da modern insan basitleşmiş bir dille ona nüfuz etmeye teşebbüs etmesin. Yine de Şark, İbn-i Sina’nın kademe kademe her seviyeden anlaşılabilmesi için, bu eserin muhtasarlarını, hülasalarını, yüz sayfadan 10 sayfaya kadar seviye seviye nüshalarını ortaya koyan eserler çıkardı. El-Kanun, Sabirler, Mucez gibi metinler… Ama bütün bu metinlerin amacı, o büyük külliyata, o altı ciltlik külliyata erişmek için ilk basamaklardı. Hazırlık kurları gibi bir şeydi bunlar.

Benim iddiam şu ki, El Kanun fi’t-Tıbb yazıldıktan birkaç asır sonra, Latinceye intikal ettiğinde, bu bahsettiğim sıkıntıların hepsi batı dünyasında da hayat bulmuştu. İbn-i Sina’nın metninin doğru anlaşılması için onun kelime dünyasına intikal etmek gerekir. Kelimelerin İbn-i Sina’nın dünyasındaki kavram karşılığına… İşte Havinci’nin, İbn-i Kuff’un, Samiri’nin, Mesihi’nin, Fahrettin Razi’nin diğer bütün şârihlerin dertlerinden birisi, o dili, o karşılıkları keşfetmeye, anlatmaya matuf çalışmalardı.

İbn-i Sina eseri Arapça olarak mı kaleme almıştı?

İbn-i Sina tıbbının dili münhasıran Arapça değil. Merhum eski Yunan tıp eserlerini de metinlerinde kullanıyor. Onlardan iktibaslar yapıyor, tahlil ediyor, kabul ediyor ya da tenkit ediyor. Ve o literatürü okurken, o literatürün doğu tıbbına taşıdığı bir kelime hazinesi ile karşılaşıyorsunuz. Mânâca ve sesce ehemmiyet taşıyan bu kelimeler, modern insanın çalışmadığı, üzerinde zihin yormadığı temalar. İbn-i Sina’nın tıbbını anlayabilmek için, El-Kanunu fit-Tıbbın filolojik temellere isnat eden bir edisyon kritiğinin Arapçasının varlık sahasına çıkması gerekir. Modern zamanlarda böyle bir çalışmaya ben rastlamadım. Oysa İslam literatüründe bilhassa İbn-i Cimel, İbn-i Sina’dan birkaç asır sonra nüshaları uzaklaştıkça bozulan el-Kanun nüshalarının doğrusunu ortaya çıkartmak için bir edisyon kritik çalışması yapmıştır. Çünkü metin ilk kaynağından uzaklaştıkça, kelimeler kavramlar özlerini kaybeder. Mütercim ve not düşenlerin ifadeleriyle, İbn-i Sina’nın ifadeleri birbirine karışır. El-Kanun nüshalarını karşılaştıranlar, neyin İbn-i Sina’ya ait olduğunu, neyin daha sonradan ilave edildiğini tespit etmek zorunda. Bu yolda birkaç kadim çalışma var. Ama maalesef modern dönemde bu ihmal edilmiş durumda.

Siz orada güzel bir şey yapmışsınız eserde. Tokadî’nin metni ile İbn-i Sina’nın metnini ayırmışsınız renklendirerek…

O çok gerekliydi. Tokadî bir şeyin farkındaydı. Önce İbn-i Sina metninin Arapçasının doğru kurulması gerekiyordu. Yeni kavramla edisyon kritiğinin yapılması gerekiyordu. Bu karşılaştırmalı metin çalışması için en doğru Arapça nüshayı bulmak. İlk elden çıkmış bir nüshaya malik değildi Tokadî. Ama Topkapı Sarayında hekim başının yanında çalışırken, Topkapı kütüphanesinden istifade imkânları vardı. Zengin bir koleksiyondu bu koleksiyon. El-Kanun fi’t-Tıbbın bir yığın Arapça nüshası vardı. Bize 18. yüzyılın ortasında Tokadî öncelikle merkeze aldığı Arapça el-Kanun nüshasının keyfiyetine işaret ediyor.

Biz bu çalışmayı yaparken Tokadî’nin hangi çalışmadan yararlandığını bulmak için Topkapı Sarayındaki el-Kanun nüshalarını topladığımda, işaretlerle hangi nüshayı kullandığını tespit ettim. Topkapı sarayında 1930 numaralı El Kanun Fit-Tıb nüshasıydı bu…

Tokadî zaten bunu bir ilim ahlâkı olarak belirtmiş…

Tokadî hem onu belirtmiş, hem de el-Kanun’un Roma’da 1590’da yapılan ilk matbu neşrini de önüne koymuş. Hem yazma Arapça el nüshalarını, hem de daha 16. yüzyılda Avrupa’da basılan nüshasını kullanacak kadar asrının ötesinde bir ferasetin sahibi.

Osmanlı ulemasında tıp ile ilgilenenlerin bir müşterek hususiyeti, tıp ilminin yanı sıra büsbütün dini mevzulara müteallik eserler meydana getirebilecek bir hafsalaya, bir müktesebata malik olmalarıdır. Tokadî feraiz ve miras hukuku gibi müşkil bir sahada zihnini temrin ede ede cilalandırmış, ardından İbn-i Sina’nın tıbbına elini uzatmıştır.

Süleymaniye medresesinde müderris, sarayda başhekimin yanında çalışan bir mütehassıs o. Arkasında oğlunun mezar taşında da buna benzer bir biyografi tekrarlanmış. Gerdekzade Abbas Sevim gibi mühim simaların arkalarında yetiştiği anlaşılıyor. İbn-i Sina’nın el kanunu çevirmek için sadece bir Arapça metine muhatap olmak kifayet etmiyor. Sizin çok ama çok büyük bir kütüphaneye malik olmanız, kadim metinleri satır satır okuyarak kendinizi bu büyük metne hazırlamanız, büyük bir muhitin halkalarına dâhil olmanız, muhakemenizin fevkalade berrak olması ve amelî bir tecrübeye de sahip olmanız iktiza eder. Tokadî bütün bunları etrafında hazır bulan ve var eden bir sima.

Hem sarayda bu literatürü hayata geçirecek bir pratiğe dâhil oluyor, hem de metinleri okuyor. İtiraf etmeli, bunu çalışmanın girişinde de belirttim. Tokadî bu metni tercüme ve şerh ederken hangi kaynakları kullanmıştır diye bir hazırlık yaptım. İnsanı şaşırtan, hayrete düşüren, bir literatürden bahsediyorum. Nerdeyse tıp tarihinin köşe başlarını tutmuş eserlerle doğrudan bir temas kurmuş. Satır satır, yüzlerce tıp metninin, müfredat metninin, kadim lügatların içine girmiş, bütün bunları elden geçirmiş, anlamış, anlamlandırmış bir kalemle karşı karşıyayız. İbn-i Sina’nın elde edebildiği bütün şerhlerini notlandırmış, karşılaştırmış.

Eserde sadece kopyalama değil eleştiriler de görüyoruz. Bir değerlendirme söz konusu değil mi?

Şüphesiz. İki cihetten iktibaslarını tenkit eder. Önce sadece yazılı literatüre nazar etmez. Aynı zamanda cemiyetin, insanların öteden beri takip edegeldiği anane, adet olmuş halk tababetinden tutun da Hipokrat’a kadar uzanan malzemeyi ve kulağına intikal eden rivayetlere kadar her şeyi öne koyar. Birkaç düstura sahiptir. İlki, akla, tabiata aykırı düşenleri yargılar. İkincisi ise tecrübeleriyle bu anlatılanları doğruluk-yanlışlık itibariyle değerlendirir. Sadece kitabî olarak tıbbını inşa etmiyor. Kendisi aynı zamanda bir tabip…

Her bir fende mütebahhir kimsedir. Adeta teşrih yapıyor. İnsan anatomisine bihakkın vakıf. Açıyor ve bakıyor. Bilhassa teşrihat ciltleri bunu ele veren malzemeyle dolu. Bütün rivayetleri kontrol ediyor. Bu doğru mu, yanlış mı? İklim, cinsiyet, yaş vs. unsurlarla karşılaştırıyor. Malzemeyi bilmiyorsa, ister basit, ister mürekkep ilaçlar olsun bunu tecrübe ediyor. El Kanun ‘Bunu tecrübe ettim veya etmedim’ notlarıyla dolu. Bir de ‘dediler ki’ şeklinde kıymet atfetmediği fakat bahsetmeden geçmediği yerler mevcut. İbn-i Sina’nın bu ciheti onun bilim namusundan ileri geliyor. İbn-i Sina böyle bir adam.

Böyle bir adam derken günümüz modern tıbbında genellikle şu basit, seviyesiz ve saygısız ifadeyle karşılaşıyoruz. ‘İbn-i Sina bugünkü bir tıp talebesi kadar bilgiye sahip değildi. Tıp o kadar gelişti ki İbn-i Sina gelse talebe bile olamaz’ diye hadsiz cümleler kuruluyor. Siz bu konuda ne dersiniz?

Bunu bir Amerikalı söylemiyor. İbn-i Sina tıbbını anlamak için her sene binlerce makale yayınlıyor. Avrupalı da öyle, Asyalı da öyle. Bizde, o Tanzimat kompleksi her şeyde olduğu gibi mânâsızca mevzu İbn-i Sina’ya geldiğinde harekete geçiyor.

Dünyanın en itibarlı üniversitelerinde mütemadiyen İbn-i Sina ve tıbbı üzerine yapılan çalışmaları görsünler. İbn-i Sina karşısında ifade edilen övgüleri görüp biraz hicap duysalar iyi olur. Birçok yerde ben gördüm, bu kadim tıbba dönme çabaları var. Avrupa ve Amerika belki yeni yeni dönüyor.

Diğer kıtalarda inkıtaya uğramadan devam edegeldi. Günümüzde fitoterapi filan isimlerle bu tıp geri dönüyor hatta kürsüler oluşuyor. Bir ilacın ticari kıvama gelmesi için on bin kere tecrübe edilmesi gerekiyor. Bu büyük masraf. Oysa bu birikim elimizin altında duruyor. Ehil kimselerce bu tıbbın sağlaması yapılarak tecrübesi yapılmalı. Fakat artık saygın hekimlerin, üniversitelerin hürmet ettiği, üzerinde o kadar makale yazılan İbn-i Sina’ya hürmetsizlik etmekten vazgeçmeliler. Buna mecburlar! Çünkü bu şahsın diyelim ki, karşılığı Batıda Hipokrat olsun, onlar baş tacı yapıyorlar. Batı, İbn-i Sina Müslüman olduğu halde baş tacı yapıyor. Bizimkilere ne oluyor? Memleketin çocuklarının buna dikkat etmesi gerekir.

Herkes belki duymuştur ama detaylarına pek vâkıf değil insanlar, biraz İbn-i Sina’dan söz etsek…

Zamanın ruhu diye bir kavram var ve ilim itibar gördüğü yerde var olur. İbn-i Sina ilmin itibar gördüğü bir zamanda, bir muhitte ortaya çıktı. Şahsî istidadı ile bu vaziyeti bir araya getirdi. İlmi ticarileştirmediği için, dar sahada sıkışıp kalmadığı içindir ki modern ilmin zayıf noktası budur. Oysa mücavir alanlara hâkimiyet nispetinde o dar alanda gelişir ve derinleşir. Yani istikametini doğru bulan adamdır İbn-i Sina.

Bu hususta kendi melekelerini cilalandırmaya matuf hamleler içerisinde bir babaya malik. Onu, hususi hocalar tutarak gelişmesini sağlıyor. İzzet ve ikbale ilim için sırtını döndükçe erişen bir adam. İlmin menşeini değil, kendisini önemseyen bir zat. Cenabı Hak da ona biraz cömert davranmış, çünkü o da istemiş. 

Benzer konular