Latin Amerika’da uluslararası ilişkiler

Latin Amerika’da uluslararası ilişkiler teorileri aynen bizim bölgemizde olduğu gibi zaman zaman yerellik konusu üzerinden tartışılan bir konu. Her ne kadar batının en yakın etki alanlarından birisi olsa da kendi yerel dinamikleri üzerinden yeni kavramsal çıkarımlar yapabilen ve hatta orta düzey teoriler kurabilen bir kıta Latin Amerika. Soğuk savaş döneminde kıtada en çok tartışılan konuların başında özellikle devletin nasıl ekonomik olarak kalkındırılması geliyordu. Kalkınmacı yaklaşımın tüm dünyada yaygın olduğu bu yıllar aynı zaman Latin Amerika için hem askeri diktatörlüklerin hem de sol hareketlerin geliştiği bir dönemdi. Sol düşünceden fazlasıyla beslenen entelektüeller 1960’larda ‘bağımlılık’ teorisini ürettiler. Buna göre batıya ekonomik ve siyasal anlamda bağımlılık bir realite idi ve eğer devlet kalkındırmak isteniyorsa bağımlılığın en aza indirilip otonominin güçlendirilmesi gerekiyordu. Bu yaklaşıma göre bağımlılığın artması aynı zaman geri kalmışlığın sebebi olarak görülmeliydi. Otonomi-bağımlılık arasında yaşanan bu tartışma 1980’lerin sonuna kadar kıtada en çok kullanılan yerel yaklaşım olarak kaldı.

 

1990’ların başında Arjantinli Carlos Escude ‘çevresel realizm’ olarak adlandırdığı bir yaklaşımı özellikle kıtadaki ülkeler için bir dış politika aracı olarak önerdi. Latin Amerika’nın kuzey bölgesinde çok bir karşılık bulmayan bu teori kıtanın güney bölgesinde etkili oldu. Dönemin Arjantin Cumhurbaşkanı Carlos Menem’e danışmanlık da yapan Escude’nin bu yaklaşımı aslında kökü 1970’lere kadar giden ‘trading state’ yani tüccar devlet yaklaşımının bir tür yenilenmiş haliydi. Bağımlılık-otonomi tartışmalarından bağımsız olarak çevresel realizm aslında devletlere kısmen uluslararası angajman öneriyordu. Otonomi tartışmalarında devletin dışarıyla ilişkisi daha sınırlıydı. Çevresel realizm aynı zamanda devletin ekonomik çıkarlarını her şeyin önünde görmeyi ve aynı zamanda küresel çatışma alanlarına çok girmemeyi öneriyordu. Buna göre devletin önceliği kesinlikle kendi vatandaşlarının refahı olmalıydı. Detaylı bir şekilde bakıldığı zaman aslında bu yaklaşım uluslararası sistemde ‘iyi vatandaş’ rolü oynamanın ötesinde bir şey önermiyordu.

 

İki binli yıllara geldiğimiz zaman Latin Amerika değişti ve dönüştü. Soğuk savaş şartları ortadan kalktı ve aynı zamanda kıtada sol ve popülist rüzgar her taraftan esmeye başladı. Bu rüzgar ister istemez aynen 1960-1970’lerdeki güçlü batı karşıtlığı ve bağımlılık teorilerini yeniden gündeme soktu. Fakat asıl aranılan şey devletin otonomisiydi. Escude’nin önerdiği ‘kısmı uluslararası angajman’ bir kenara bırakıldı ve yeniden kendi ayakları üzerinde durabilen otonom bir dış politika arayışı arttı. Elbette sol rüzgarın bunu ne kadar başardığı son derece tartışmaya açık. Bunu kısmen başarsa bile, küreselleşmenin her geçen gün derinleştiği günümüzde ‘otonomi’ arayışı anlamlı olsa da bu asla 1960’lardaki gibi değil. Hatta otonomi demek artık dışarıyla daha az ilişki değil; aksine otonomi demek dışarıyla eşit, adil ve aynı şartlarda bir ilişki demek. Latin Amerika bu anlamda çok büyük tecrübeler edindi fakat bunların teorileştirilip tartışılması halen devam ediyor.

 

İşte tam da bu tartışmaların derin yaşandığı REDİNTERCOL adlı Kolombiya Uluslararası İlişkiler Ağı’nın 5. olağan kongresi geçen hafta Bogota’da yapıldı. Sanırım daha önceki toplantılarına hiçbir ülkemizden hiç kimsenin katılmadığı bu toplantıya katılan ilk Türk akademisyen oldum. Aslında yapılan tartışmalar bizde yapılan tartışmalara çok benziyor.  Latin Amerika’da şu an yaşanan teori eksikliğinin asıl sebebini alan çalışmalarının çok karşılaştırmalı çalışmaların çok az olmasına bağlıyorlar. Daha çok dış politika çalışan uluslararası ilişkiler akademisyenlerinin kıtadaki tecrübesi bizdeki çoğu akademisyenin süreciyle benziyor. ‘Neden daha az teori çıkıyor?’ sorusunun sert bir şekilde sorulduğu toplantıdan çıkardığım sonuç aslında çoğu akademisyenin uluslararası ilişkilerde halen ‘devlet’ ve ‘ulus’ merkezli düşünmesiydi. Devlet ve ulusu merkeze koyan bir uluslararası ilişkiler yaklaşımı dış politika ve dış ilişkilerin ötesine geçemez. Toplantıdaki radikal önerilerden birisi akademisyenlerin bu kavramları unutması ve daha çok uluslararası meselelere bakmasıydı. Elbette bu çok kolay değil. Dil bariyeri ve kendine has eğitim sürecinin getirdiği bir sonucu değiştirmek için her şeyden önce eğitimi değiştirmek gerekir. Kıtadan şu an yerel teori ürettiğini düşünenlerin ortaya koyduğu şey aslında küresel yaklaşımlara yerel gelişmelerle aktarmaktan öte bir şey değil.

 

Türkiye’de uluslararası ilişkiler çalışan akademisyenler Latin Amerika tecrübesine bakmak isterlerse özellikle sol siyasetin değiştirici ve dönüştürücü etkisine yakından bakabilirler. Ortadoğu özelinde İslamcılık ne ise Latin Amerika’da sol siyaset özellikle alternatif bulma açısından birbirine denk şeyler. Fakat bu iki tecrübe arasında şu ana kadar hiçbir bağlantı kurulamadı. Bu bağlantıyı Latin solundan beklememek gerekir çünkü Latin solu özgün gibi görünmeye çalışsa da batının İslamcılık ve Ortadoğu konusundaki söyleminin – Filistin hariç- kurbanı olmuş durumda. Türkiye’deki akademisyenler karşılaştırmalı araştırmaları için Latin Amerika’ya bakarlarsa çok şey çıkabilir.

 

Benzer konular