Latin Amerika’da ilginç bir şekilde Cumhurbaşkanlığı görevini yapan çoğu kişi, görev süresinin bitmesinden hemen sonra yargılanmaya başlıyor. Bir nevi yolu cumhurbaşkanlığından geçen devlet başkanlarının sanki bir sonraki durağı mahkeme salonu oluyor. Şu an için kıtada Peru devlet eski başkanları Ollanta Humala, Alberto Fujimori cezaevindeler. Arjantin’de Cristina Kirchner’e yönelik olarak dava süreci var. Benzer süreç Brezilya’nın iki eski devlet başkanı Dilma Rousseff ve Lula da Silva için de işliyor. Bu tür davaların genel olarak yaygınlaşması halkın siyasete ve siyasetçilere güvenini azaltıyor; ama asıl önemlisi ülkelerinden çok iş yapan o liderlerin saygınlığını zedeliyor. Peki bunlar neden oluyor?
Birincisi görevi biten devlet başkanına karşı açılan davaların çoğunluğu bir tür rövanş alma amaçlı ve muhalefetin büyük oranda desteklediği bir süreç. Elbette kıtadaki ülkelerde yolsuzluk var ve çoğu neredeyse o kadar kurumsallaşmış ki, iktidarından muhalefetine yolsuzluğa bulaşmamış insan sayısı çok az. Dolayısıyla bu tür davaların ana motivasyonu yargının ileri sürdüğü gibi yolsuzluk değil, tamamen siyasi. Hatta o kadar siyasi ki, o davalarla beraber asıl amaç sadece o liderin saygınlığını azaltmak değil, aynı zamanda geldiği siyasi geleneği ve partiyi de mahkum etmek. Elbette her davadan sonuç çıkmıyor, bazen iddialar çok zayıf bile olabiliyor; ama asıl amaç siyasi olduğundan dava sürecinde medyanın konuyla ilgili yaptığı haberlerle mahkeme karar vermeden istenen algı oluşturuluyor. Medyanın yargısı ve kurgusu üzerinden de halkın bakışı değişiyor.
İkinci neden doğrudan kıtadaki başkanlık sistemin yanlış uygulanmasıyla alakalı. Çoğu yerde adaylar ve partiler koalisyon yaparak seçimlere giriyor. Yani tek başına yüzde elliyi bulma şansı olmayan bir kaç aday ya da parti birleşip bir ortak aday çıkarıyor ve kazanınca da ülke yönetimini, bakanlıkları paylaşıyorlar. Sırf bu yüzden çoğu zaman aynı kabine içerisinde aynı konuda çok farklı sesler çıkıyor. İttifakların partiler arasında değil, halk nezdinde olması lazım. Zaten halk bir şekilde ikinci tura kalan iki adaydan birisi üzerine yoğunlaşıp, her halükarda tabanda bir ittifak sağlayacak ama kazanma hırsı ve çoğu zaman yanlış ve geçici hesaplar buna yol açıyor. Başkanlık sistemi olmasına rağmen aslında yönetim fiili olarak koalisyon olarak işliyor. İşte bunun sonucu olarak yönetim sürecinde ittifak üyesi farklı partiler tek bir ajanda takip etmiyor. Hatta çoğu zaman birbirlerinin hatalarını bir kenara not ediyor, daha sonra kendisinin de dâhil olduğu hükümetin hatalarını diğerine yükleyip kendisini aklıyor. Örneğin Brezilya’da devlet başkanı yardımcısı olan Michel Temer’in Dilma Rousseff’e ihanet etmesini düşünün. Yardımcınızın destek verdiği bir süreç sonrası siz cumhurbaşkanlığı görevinden azlediliyorsunuz.
Üçüncü neden doğrudan devletin doğasıyla alakalı. Latin Amerika’da bizdeki gibi bir bürokrasi ve devlet memurluğu yok. Eğer bir kurumda yönetim değişirse orada görev yapan herkesin işine son verebilir. İşte bu yüzden iki tür sözleşme var: hizmet sözleşmesi ve sürekli sözleşme. Çoğu kilit kurumda çalışanların sözleşmesi geçici yani hizmet sözleşmesi. İşte bu yüzden bizdeki gibi gelen iktidar kadrolaşamıyor, kurduğu kadrolar bile çok geçici oluyor. Süreklilik unsuru zor oluyor. Kıtada süreklilik unsuru olan ögeler ise neredeyse sömürgecilik döneminin izlerini taşıyor. Latin ülkelerinin çoğunda büyükelçileri atamak için cumhurbaşkanının bir kotası var, yani sadece dışarıdan %20 ya da %30’unu atayabilir. Bu şekilde tuhaf bir kuralın olması bile siyasete hesap vermeyen, devletin sahibi bir elit kesimi ortaya çıkarıyor. Bu durum da ister istemez ülkelerde yaşanan davalara dolaylı ya da doğrudan katkı yapıyor. Çünkü devlet aynı kalıyor, gelen kişi geçici olarak etki etmeye çalışıyor; sonrasında ise bütün sistemsel sorunlar ve yanlışlar o kişinin omuzuna yükleniyor. En sonunda ise devlet başkanlığı sonrası ülkeye hizmet etmeye çalışan kişi sorunlarla boğuşuyor. Bu çıkmaz süreci bilen çoğu siyasetçi de buna karşı olarak görev süresini cebini doldurduğu bir fırsata çevirmeyi düşünebiliyor. İşin özü Latin Amerika’da siyaset kısır döngüden bir türlü çıkamıyor.
Cumhurbaşkanlığı sistemine geçtiğimiz yeni dönemde Türkiye olarak asla tavanda ittifak arayışına girmememiz lazım; Latin tecrübesi bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Bürokrasiye dokunamayan ve bürokrasinin kendisi avantajlarını korumak için koyduğu sınırları yıkamayan bir siyasi anlayış da asla kalıcı olamaz, sadece figüran olur. İnşallah Türkiye tecrübesi asla Latin tecrübesine benzemez.