Donald Trump Amerika Birleşik Devletlerinde başkanlık koltuğuna oturduğundan beri Latin Amerika ülkelerinde ilginç bir tedirgin bekleyiş başladı. Özellikle kampanya dönemindeki sert söylemi nedeniyle çekinen Latinler, ilk başlarda kampanya dönemi ile başkanlık döneminin farklı olabileceğini düşünüyorlardı. Fakat Trump’ın özellikle yedi Müslüman ülkeden Amerika’ya seyahatleri başkanlığının ilk haftasında kısıtlaması sonrası, Latinlere yönelik söylemin eyleme geçme ihtimali artık daha çok hissedilmeye başlandı. Kolombiyalı genç bir kızın vizesi olmasına rağmen ABD otoriteleri tarafında ülkeye alınmayarak geri gönderilmesi ve 135 Meksikalının bir uçakla sınır dışı edilerek Meksiko City’e gönderilmesi yavaş yavaş Trump’ın Latinlere yönelik sert ve agresif politikasının ilk adımları olarak yorumlandı.
Son bir yıldır sınıra duvar inşası meselesi yüzünden zaten sorunlu olan Meksika-ABD ilişkileri, daha geniş tabirle yeni bir döneme giriyor.
George Bush döneminde özellikle teröre karşı savaş söylemi dolayısıyla Amerika Latin Amerika ülkelerine çok ciddi bir baskı yapmıştı. Latin Amerika’daki siyasi bölünmeyi bu söylem üzerinden körükleyen Bush, bir nevi bu ülkelere ya benim yanımdasınız ya da karşımdasınız söylemini dikta etmişti. Bazı Latin ülkeleri Amerika’ya bağlılıklarını ifade etmek için Irak’a asker göndermiş ve hatta bunu bir nevi iyi ilişkilerin ve özellikle de teröre karşı savaşta Batı’nın yanında yer aldıklarının kanıtı olarak sunmuşlardı. Obama iktidara geldiğinde karşısında dağınık bir Latin Amerika buldu. Dünyanın her tarafında yapmaya çalıştığı gibi ilişkileri çekici bir söylem ve diskur oluşturdu. Seyahatlerinde yaptığı konuşmalarla yeni bir dönemin işaretini vermeye çalıştı ve ümit dağıttı. Fakat geriye doğru bakıldığı zaman Küba ile yaptığı açılım dışında, kıtada genel trende destek verdi. Kıtadaki sol iktidarlarla barışmadı, Venezuela’daki sorun için ciddi bir adım atmadı. Aslında farklı bir söylem altında rutin dış politika aynen devam etti.
Trump iktidara gelince, kıta ile ilişkilerde keskin bir dönem sonrası hiçbir şey yapılmamış yaklaşımının hakim olduğu 15 yıllık bir miras buldu. Zaten kıta dönüşürken kendisi daha sert etkilerle sonuçlanacak bir söylem ile iktidara geldi. Şu an kıtadaki herkes Trump’ın Latin hamlelerini bekliyor. Küba ile ilişkilerin geleceği, Meksika sınırına duvar inşası, Venezuela’daki krize yaklaşımı, Kolombiya’daki barış sürecinin geleceği, Narkotrafik’teki yeniliklere yaklaşımı ve daha birçok konuda Trumplı Amerika Birleşik Devletlerinin neler yapacağı kıtada tedirginlik içinde bekleniyor.
Bir taraftan bu beklenti devam ederken kıtadaki asıl sorun ortak bir Latin yaklaşımının ortaya çıkmamış olmasıdır. Bazı uluslararası toplantılarda her ne kadar Trump’a karşı eleştiriler yükseltilmiş olsa da genelde ciddi bir sessizlik var denilebilir. Kıtadaki ülkelerin hepsinin ayrı ayrı beklenti ve çıkarları olduğundan ortak pozisyonun oluşması şu aşamada çok zor görünüyor. Zaten geleneksek Latin Amerika jeopolitiğinin özü kıtadaki ülkelerin ittifak bulmak için çevresindeki ülkelere bakması yerine hep uzaklara bakmasıdır. Avrupa ülkeleri ve Amerika ile kıtadaki ülkelerin ilişkileri ve hangi ülkenin hangi ülkeyi seçtiği aslında doğrudan iç jeopolitik ile ilgili bir durumdur. Yani bir Latin Amerika yaklaşımı maalesef oluşmamıştır ve bunu oluşturacak entelektüel bir birlik de şu an için yok gözükmektedir.
Aslında Trump’ın kıtaya yaklaşımı kıtada Latin ortak yaklaşımı için tarihi bir fırsat olabilir. Trump’ın söylemi Latinleri içermeyen ve dışlayan bir söylem olduğundan iyi-kötü Latin ayrımı yapmamakta ve hepsini toptan kenarda bırakmaktadır. Kıtadaki siyasal dönüşümün sağ siyasi yelpazeye kayması ve yeni bir tür neo-liberal konsensüsün oluşmasıyla sonuçlanırsa belki Trump’a yönelik bir eleştiri oluşabilir. Ama şu ana kadar bu konuda net bir söylem yok.
Latinlerin siyasete yaklaşımını belirleyen en büyük kültürel sorunu ‘kararsız’ olmalarıdır. Latinler için keskin karar almak diye bir şey yoktur. Bir şeyleri yapıyor gibi görünmek bazen yapmaktan çok daha önemli olabilir. Bizlerin çok sıklıkla kullandığı kırmızı çizgi kavramını hiçbir Latin Amerikalı siyasetçinin söyleminde kolay kolay bulamazsınız. Onun için hep ihtimal hesabı yapan, gelecekte pozisyon ve aktörlerin değişebileceğini düşünen ve dolayısıyla da bir nevi yalpalayarak giden bir Latin dış politika yaklaşımı kıtadaki ülkelerin dış politikasının özünü anlamak isteyenler için rehber olabilir. Keskin siyaset izleyen sol siyaseti buna iten ana sebep ise, Amerika’nın onlar üzerindeki tehdidiydi. Yani kendilerini varlıksal olarak tehdit eden bir dış aktörün varlığı söylemi keskinleştirmişti. Fakat özüne bakıldığı zaman sol siyasetin kıtada bıraktığı mirasın keskin dönüşümlerle alternatifler yaratmak olmadığını, aksine durumu idare etme halinin devamı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.