Türkiye’nin yetişmiş insan kaynaklarını ne kadar iyi kullanabildiği zaman zaman tartışılan bir konu olmasına rağmen yapılan tartışmaların çoğu insan kaynaklarının yetiştirilmesi üzerine yoğunlaşmıştır. İnsan kaynaklarının nasıl değerlendirileceği ve bu konuda devlet kurumlarından sivil topluma kadar kilit aktörlere pratik anlamda ne tür sorumluluklar düştüğü meselesi maalesef çok sınırlı bir şekilde tartışılabilmiştir. Siyasal kutuplaşma, disiplinler arası bakabilen insan sayısının azlığı ve üst perdeden olaylara bakıp strateji üretebilen çok az kurum ve kuruluşun olması, çok ciddi bir insan kaynağının atıl kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Peki bu açmazdan nasıl çıkılabilir? Türkiye’nin insan kaynağını harcama lüksü var mı?
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Türkiye’de bürokratik kurumlar ile entelektüel dünya arasında çok ciddi bir bağ yok, varsa da çok zayıf. Belki de 1960’larda Mülkiye ile Dışişleri Bakanlığı arasında kurulan hem literatür oluşturma hem de diplomasiye yönelik olarak insan yetiştirme tecrübesi dışında herhalde Türkiye’de entelektüel camia ile bürokrasinin yakın bir şekilde çalışıp sinerji yarattığı bir dönem yok. Akademik kökenli birçok kişi siyasal ve bürokratik anlamda çok etkili konumlara gelmiş olsa da maalesef bu kişiler bile bürokratik ve akademik dünya arasında sağlıklı bir bağ kurabilmiş değiller. Peki neden böyle?
Birincisi genel anlamda bürokratik dünyada akademiye yönelik ciddi bir tepeden bakma, “Akademisyenler sadece teoriyi bilir, pratiği bilmez” gibi bir yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşım genel anlamda doğru olsa bile, bu bakış o kadar yaygınlaşmıştır ki akademik dünyayı sadece unvan almak için gidilen bir ofis olarak görme eğilimi artmış durumdadır. Bürokrasi açısından bakılınca akademisyenlerin pratik tecrübesinin olmaması, pratik sorunlara çözüm bulmada zayıf kalmaları bir de bürokrasinin ‘kıvrak zekâ’sının eksikliği eklenince Türkiye’de akademisyenler neredeyse hiç saygı duyulmaması gereken bir kişiliğe büründürülmektedir.
Bürokrasinin bu tür bir yaklaşım göstermesinde akademisyenlerin de çok büyük payı var. Bazı akademisyenler eleştirel yaklaşımı terk edip Batı’nın gözüyle ve yerel gerçeklikten kopuk bir şekilde ülkemize bakarken; bazıları ise aşırı eleştirel duruşu ve yapıcı değil yıkıcı yaklaşımı yüzünden bürokratik çevrelerce en başından reddedilmektedir. Ayrıca Türkiye’deki birçok akademisyen maalesef hala bürokrasinin gün be gün karşılaştığı pratik zorluk ve sıkıntıları hiç düşünmeden sadece kendi fildişi kulesinden eleştiriler yöneltmekte ya da bu şekilde olmalı diye yol göstermektedir. Aslında çoğu zaman hem eleştirilerin hem de yol göstermelerin maalesef pratik uygulanma şansı ya çok zor ya da işler hiç de dışarıdan göründüğü gibi değil.
Bu açıdan bakılınca Türkiye’de bürokrasinin akademisyenlere, akademisyenlerin de bürokrasiye “Bunlar bir şey bilmez” diye yaklaştıkları tam bir sağırlar diyaloğuyla karşı karşıyayız. Elbette bu sonuca gelinmesinde tarihsel tecrübe, Türkiye’de elitler arası kavga ve bunun siyasal yansımaları, üniversitelere sunulan maddi/manevi imkanlar ve en önemlisi eskiden beri gelen bürokrasi-akademi iletişimsizliği etkilidir. Fakat gelinen noktada artık bu ikiliğe son verilmesi gerekmektedir.
Artık Türkiye’de genç ve dinamik bir akademisyen nesli yetişmekte olup bu nesil hak ettiği şekilde bürokrasi tarafından ciddiye alınmayı beklemektedir. Birçok genç akademisyen, çalışmalarının başka ülkelerin devlet kurumları tarafından desteklenmesine rağmen Türkiye’de hiçbir kurum tarafından ciddiye dahi alınmamasından yakınmaktadır. Ayrıca bu yeni yetişen, genç akademisyen nesil, hiçbir karşılık beklemeden kendi ülkelerine hizmet etmek istemektedirler. Fakat bürokrasinin sert bakışlı, her şeyi ben bilirimci, küçük dağları biz yarattık yaklaşımı hala bu şekilde sağlıklı bir iletişime izin vermemektedir. Son yıllarda bu iletişimsizliğin kısmen kırıldığı görülse bile, bunun dönemsel mi yoksa kalıcı mı olduğu konusu çok ciddi bir şekilde tartışmaya açıktır.
Yeni yetişen genç nesil akademisyenlere pratik dünyanın kapısını açacak mekanizmalar oluşturulması gerekmektedir. Yeni devlet adamı yetiştirmenin tartışıldığı son dönemde bu tür pratik/teorik ortaklık alanların eksikliği karşımızdaki en büyük sorunlardan birisi olarak durmaktadır. Bürokrasi hala doğası gereği günlük rutin işler içerisinde boğulmaktan kurtulamayan yapısı dolayısıyla birkaç hamle sonrasını görmekten yer yer uzak iken, akademisyenler çok ileriye baktığı için önündeki çukuru yani realiteyi görememektedirler. Akademisyenler bürokrasiye proje alıp para kazanılan bir mekanizma; bürokrasi ise akademiye işleri düştüğü zaman gidilen ve unvan almak için başvurulan bir ofis olarak bakmaktan vazgeçmelidir. Yeni Türkiye ancak bu şekilde herkesin katkısıyla kurulur.