Yeniden lider ülke Türkiye

Muhammed Muhtar Şankiti*

Altı asır öncesinin sosyoloji bilgini ve medeniyet filozofu Abdurrahman İbni Haldun’a (1332-1406) göre Türkler, İslam medeniyetine taze kan olmuşlardı. Yüzyılların getirdiği çürüme, Abbasi devletine egemen elitler sınıfını yiğitlik ve kuvvet kavramlarından uzaklaştırmış, refah ve uyuşukluğa alışkın hale getirmişti. Doğuda Moğollardan batıda Haçlılara dek bir yandan dış güçlerin hedef tahtası haline gelen İslam medeniyeti, diğer yandan içten içe bünyesini kemiren Batinî düşünce ile tarumar durumdaydı.

Mısır Memlûkleri ile çağdaş olan İbni Haldun, Türk toplulukların İslam dünyasının kalbine gelip yerleşmelerini ve yönetim üzerindeki askeri egemenliklerini Allah’ın bir inayeti olarak görmekteydi. Ve şöyle yazıyordu: “Devlet, medeniyet ve bolluk içine batıp belâ ve aczi kuşanınca Tatar kâfirleri hilafet makamını ayaklar altına aldılar, ülkenin düzenini altüst ettiler ve küfrü baş tacı yaptılar. İman ehli çoktan lüks içinde, refah ve bolluk içinde kaybolup gitmiş, gayret hissi gevşemiş, yardımlaşma duygusu körelmiş, zorluklara karşı koyma ve yiğitlik karakteri kayıplara karışmıştı. Allah’ın lütfuyla bu iman yeniden canlanma imkanı buldu. Müslümanların birliği Mısır diyarı ile yeniden ikame edildi. İdari sistemin sürekliliği sağlandı, sınırlar kontrol altına alındı. Bütün bunlar Türklerin yönetime gelmesiyle oldu. Aziz Türk toplulukları sayıca çoktular. Yönetici olarak İslamı korudular. Vefalı bir şekilde İslam’ın Ensarı oldular. Kötülüğün kirletmediği, dünya şehvetinin bulandırmadığı, medeniyet konforunun bozmadığı saf ve temiz göçebe ahlakı ile Allah’ın dinini büyük bir azimle benimsediler. Onlardan birisi tahta geçmek için adaylığını koyar ve tahta geçince Allah’ın yardımıyla Müslümanların sorunlarıyla ilgilenir. Halen bu usul böylece devam eder, bir nesil diğerini izler. Onların sayesinde elde edilen zenginlik, İslam’ın sevinci ve yüz akıdır. Devlet ağacı, bu gençlik aşısı ile iyice gelişmiş, dalları göğe doğru yükselmiştir. (Tarih-i İbn Haldun 5/428)

Kökleri itibariyle Yemenli bir Arap olan İbn Haldun, Arapların zamanla içlerindeki atılgan ruhu yitirmesinden duyduğu derin üzüntüyü ifade etmekteydi. Oysa Hz. Peygamber (sav) Araplar arasındaki birliği sağlamış, hayatlarını amaçsız bir şekilde birbirlerini öldürmeye adayan kabilelerin yaşadığı “toplumsal intihar” hayatını, hem onlar hem bütün insanlık için en güzelini inşa edecek olan “tevhid, birlik ve cihad” hayatına dönüştürmüştü.

İbn Haldun’a göre bu gerilemenin sebebi, Arapların kendilerine güç sağlayan iki kaynağı ihmal etmeleriydi. Bu kaynaklar, İslam risaleti ve toplumsal birliktelik duygusuydu. Irkçı yaklaşımları aşmış bir Müslüman karakter olarak İbn Haldun İslam medeniyetinin devamı noktasında Araplardan bayrağı teslim alan Türklere gıptayla bakıyordu. Çünkü İslamın ilk devirlerindeki Arap fatihlerin bir uçtan diğerine koşturan fetih ruhunu artık Türkler temsil ediyordu.

Haçlı Seferleri ve Moğollar ile yapılan savaşlar Türklere İslam dünyasında layıkıyla liderlik ve öncülük yapma imkânı bahşeden altın fırsatlar sunmuştu. O vakitler bütün bir İslam dünyası Türklerin askeri alandaki yeteneklerine ve canlarını seve seve feda edecek atılganlıklarına son derece muhtaç bir durumdaydı. Türklerin İslam dünyasındaki öncülük konumu 1055 yılında Bağdat’ta hükümdarlığını ilan eden Tuğrul Şah’tan son gerçek Osmanlı sultanı Abdülhamid’in 1909 yılında İstanbul’da tahttan indirilmesine dek yaklaşık sekiz buçuk asır devam etti. Batıya doğru yönelen Türkler ile birlikte İslam medeniyetinin ağırlık merkezi de batıya doğru kaydı. Buhara ve Semerkantlı Orta Asya’dan Fars topraklarına, oradan Irak ve Şam’a, oradan da Mısır ve Anadolu’ya…

Türkleri liderliğe taşıyan askerlik vasıflarıydı. Ancak Müslüman dünyadaki vicdanları ve dostlukları, dertlendikleri güzel duygularla, din ve ümmetin bayrağını dalgalandırmakla kazandılar. İslam dünyasının hudutlarını korumada başka hiçbir milletin gösteremediği direnç ve disiplini ortaya koydular. Bu güçlü millet, işte bu güzide sıfatlarla arka saflardan gelip hak ederek ön sırayı almış oldu. Buna dair en güzel örnek, Halep tarihçisi İbn Adiym’in anlatısıdır. İbn Adiym Sultan Alparslan’ın Irak’tan Şam’a yürüyüşünü şöyle nakleder. “Büyük Sultan Fırat’ı geçerken bazı çayırlık alanlar gördü ve buralar çok hoşuna gitti. Bunun üzerine fakih Ebu Cafer ona dedi ki: “Ey efendimiz! Sana verdiği nimetler için Rabbimize hamd ediyoruz. Alparslan: Nedir bu nimetler deyince “Bu nehri bugüne dek geçen Türkler sadece köle idiler, hükümdar olarak sadece siz geçtiniz” diye cevap verdi. Bunun üzerine Alparslan emri altındaki hükümdarları oraya çağırtarak Ebu Cafer’e yeniden ayni sözü tekrarlattı. Kendisi ve bütün adamları Allah’a hamdettiler. (İbn Adiym, Bugyetu’t Taleb fi Tarihi Haleb 4/1974)

Türkçeye de çevrilen “Haçlı Savaşlarının Etkisi Altında Sünni-Şii İlişkileri” adlı kitabımın başında da zikrettiğim gibi, Araplar ilerleme çağında İslamın kılıcıydılar. Türkler ise savunma devrinde İslamın kalkanı oldular. Ve sanki hicretin beşinci asrından bu yana İslam dünyasının kaderi Arapların elinden Türklerin eline geçmiş oldu. Tarihsel tümevarım yoluyla açıkladığım gibi Haçlı Seferlerine karşı İslâmî direnişin büyük komutanları (Selçuklular, Danişmendler, Artuklular, Zengiler, Harzemliler ve Memlûklar) tamamıyla Türk kökenli idiler.

Haçlı Seferlerine karşı İslâmî direnişte – sosyolojik ve askerî açılardan – Türkiye olgusu işin özüydü. Arada Kürt bir sultan olarak Selahattin Eyyubi’nin muhteşem rolü bu özü zedelemez bilakis teyit eder. Zira Selahattin de Türk askerî yapılanmasının bir parçası, bir devamıydı, karşıt bir olgu değildi.

Türk Memlûkların Baybars liderliğinde Moğol fırtınasını Ayn Calut savaşında durdurmasını burada hatırlatmaya gerek yok. Bu zafer İslam dünyasını daha önce benzeri görülmemiş ölümcül bir tehlikeden kurtarmıştır. Yine aynı şekilde 400 yıl boyunca Körfez sahillerinden Akdeniz’in uzak kıyılarına, Sudan savanlarından Balkanların kuytularına dek İslam dünyasının sınır muhafızlığını yerine getiren Osmanlıların gayretleri ve bu uğurda verdikleri cihad da herkesin mâlumudur.

Türklerin İslam dünyası adına gösterdikleri bu çaba, dinin ruh ve kültür kökünü teşkil eden Sünni Arapları onların safına katmıştır. Yine aynı şekilde Haçlılara karşı direnişe katılan savaşçı Sünni Kürtler de aynı safta yer almıştır. Türk, Arap ve Kürt seçkinleri aynı kavrayışta birleşmişler, aralarında görev paylaşımına dayalı bir zemin oluşmuştur. Fars ve Türk edebiyatı üzerine uzmanlığı bulunan Hüseyin Mucîb el Mısrî’nin gözlemine göre Türkler Araplar ile kurdukları ilişkide hiçbir vakit İranlılar gibi ırkî ve kültürel bir üstünlük taslamamışlardır. Oysa İranlıların gerek Araplara gerekse Türklere karşı yaklaşımı asırlar boyu hiç değişmeden böyle olagelmiştir. (Mısrî – Araplar, Farslar ve Türkler Arasındaki İlişkiler 219-220)

İslam ümmeti, bugün tehlikeli bir stratejik türbülans durumu yaşamaktadır. Kronik hale gelmiş iç çatışmalar ve dış müdahaleler bu durumu beslemektedir. İslam ümmetinin şu anki durumu Haçlı Seferleri ve Moğol istilâsını birebir andırmaktadır. Ümmet, bu dar boğazdan ancak kararlı ve yeterli bir İslâmî gücün zuhuru ile kurtulacaktır.

Siyaset felsefesiyle iştigal eden Samuel Huntington bu gerçeğin farkına varmış ve Medeniyetler Çatışması adlı meşhur kitabının pek çok yerinde açıklama yoluna gitmiştir. Gerçi gerek kendisi gerekse kitabı bizatihi savaş çığırtkanı olarak yanlış anlaşılmıştır. Oysa ABD’nin Irak’taki savaşına cesaretle karşı duran Huntington zeki bir gözlemcidir. Soğuk savaş yıllarının aksine dinlerin ve kültürlerin günümüz uluslararası ilişkilerindeki yerini çok iyi kavramıştır. Tezine ait ana fikri kitabında şöyle açıklamaktadır. “(Soğuk savaş sonrası) dünya düzeni ya medeniyetler üzerine bina edilecektir ya da ebediyen düzen sağlanamayacaktır. Medeniyetlerin merkez devletleri düzenin ana unsurları olacaktır. Önce medeniyetlerin kendi içlerinde gerçekleşecek bu düzen, daha sonra medeniyetler arasında, merkez devletlerin tartışmaları yoluyla oluşacaktır. Ortak kültürel değerler, merkez devletin liderliğine ve diğer üye devletler ile haricî kurumlar/güç odakları karşısındaki belirleyici rolüne meşruiyet sağlayacaktır.” (Sayfa 254)

Devamında “İslamın ayakta kalması ancak bulunduğu coğrafyada egemen devletin liderliğiyle mümkün olacaktır. Birleşmiş Milletler, bölgesel gücün karşılığı olamaz. Bölgesel güç, merkez devletin kendi medeniyet dairesinde üye devletlerle birlikteliği olarak sorumlu ve meşru bir yapıdır. Merkez devletin, düzen içerisinde görevini yerine getirmesi beklenir. Zira kültürel hısmı olan üye devletlerin gözü onun üzerinde olacaktır. Medeniyet geniş bir ailedir, tıpkı ailenin büyüğü gibi merkez devlet de üyelerine destek ve düzen sağlamakla yükümlüdür. Eğer böyle bir hısımlık durumu mevcut değilse ya en güçlü devlet bölgenin belirleyicisi olur veya – böyle bir güç yoksa – sınırlı güç odakları oluşur.” (Sayfa 255)

Huntington, İslam medeniyetinin çağımızda yaşadığı yetimlik halini not ederek bu durumu önderlik yapacak, iç çekişmelere el atacak ve dış tehditlere meydan okuyacak bir merkez devletin yokluğuna bağlar. Merkez devletin olmayışı, islâmî olsun veya olmasın her toplum için önemli bir sorundur. (Sayfa 221)

İslam nezdindeki zaafın kaynağı budur. Diğer medeniyetler için de tehdit buradan gelmektedir. (Sayfa 289)

İslam dünyasındaki stratejik türbülans durumu Osmanlı İmparatorluğunun sömürgeci Avrupa devletleri eliyle parçalanmasından bu yana başlamıştır. Yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğunun son bulmasıyla İslam dünyası merkez devletini yitirmiştir. Yirminci yüzyıl boyunca hiçbir devlet, iktidar, kültür ve dini meşruiyet açılarından bu rolün gerektirdiği yeterli seviyeye ulaşamamış, İslam medeniyetinin lideri olarak Müslüman devletler ve gayrimüslim toplumlar nezdinde kabul görmemiştir. (Sayfa 289)

Huntington, günümüzdeki altı İslam devletini merkez devlet olma potansiyelleri açısından ele almıştır. Bunlar; Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, Endonezya, Pakistan ve İran’dır. Bunların beşini öncülük yapma konusunda ciddi yapısal engellerle malûl olarak nitelemiştir. Suudi Arabistan’ın nüfusu yetersizdir ve coğrafi açıdan korumasızdır. İran’ın ümmetin çoğunluğu ile mezhep sorunu vardır, ayrıca Araplarla ilişkisi iyi değildir. Mısır doğal kaynaklar açısından yoksuldur. Pakistan’ın etnik bölünmüşlüğü ve siyasî istikrar sorunu mevcuttur. Endonezya ise merkez coğrafyadan oldukça uzaktır. Geriye yalnızca Türkiye kalmaktadır. İslam dünyasına öncülük etmeye ehil tek ülke Türkiye’dir.

Huntington’un deyimiyle “Türkiye’nin tarihsel birikimi mevcuttur. Nüfusu yeterlidir. Ekonomik gelişmişlik açısından orta seviyededir. Milli değerlere bağlılık hissi güçlüdür ve askeri gelenekleri bulunmaktadır. Bu açılardan merkez devlet olmaya layıktır. Ancak Atatürk, cumhuriyet Türkiyesini böyle bir rol almada Osmanlı İmparatorluğunun halefi olmaktan men etmiştir. Laik bir toplum, bu rol için açık bir şekilde sınırlamalara sahiptir.” (Sayfa 291)

Huntington daha sonra soğuk savaş ve Sovyet tehlikesine karşı Batı ile birlikte hareket etme konusuna girer. (Sayfa 236)

Ona göre girdiği ittifaklar itibariyle Türkiye parçalanmış bir devlettir. Mevcut kimliği ve stratejik tercihleri açısından da. (Sayfa 243).

Oysa Türkiye’yi üst lige çıkmak ve merkez ülke olmaktan engelleyen hususlar, karaktere ilişkin kalıcı özellikler taşımaz, arızidir. Halka dayatılan aşırı laik ideoloji ve Batı’ya tabi olma koşulları örneğindeki gibi. Oysa konumu, tarihi ve kültürü Türkiye’yi İslam dünyasının lideri olmaya çağırmaktadır. Batıya kuyruk olmaya değil. Huntington, Türkiye’ye dayatılan koşulların kendisiyle çelişmeye başladığını fark etmiştir. “Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de demokrasi, köklere ve dine yönelişe yol açmaktadır.” (Sayfa 241)

Bu nedenle “İslami diriliş, Türkiye siyasetinin karakterini değiştirmiştir. ( Sayfa 241)

Huntington, Türkiye’nin kendi potansiyelini keşfetmesiyle birlikte sahte bağlardan kurtulup özgürlüğe kavuşacağını belirterek bu bahisteki sözlerine son vermektedir. “Türkiye kendi varlığını yeniden tanımaya başlarsa ne olur? Batı kulübüne üyelik için aşağılık bir şekilde kendisine biçilen dilenci rolüne son vermeye hazır bir Türkiye, tarihi rolüne geri dönerek İslamın sözcülüğünü üstlenir ve Batının hasmı olur.” (Sayfa 291) Huntington’un kitabı yayınlanalı epey oluyor. Kendisi eğer bugün yaşasaydı yaptığı değerlendirmelerin, geleceğe dair tespitlerin doğru çıkmasıyla pek mutlu olurdu. Evet, Türkiye artık kendi varlığını tanımaya, köklerini keşfetmeye başlamıştır.

Burada bahsini yaptığımız tarihi gerçekler ve Huntington’un sözünü ettiği jeopolitik mantık, herhangi bir devletin İslam dünyasında merkez devlete dönüşebilmesi için üç koşula sahip olması gerektiğini göstermektedir.

1. İslam kültürünün kalbi olan Arap dünyasına coğrafi ve duygusal açıdan yakın olması

2. Hedeflerini gerçekleştirecek iktisadî, askerî, beşerî ve kurumsal güçlere sahip olması

3. Öncülük için gereken siyasî iradenin varlığı ve her türlü fedakarlığa hazır olması.

Birinci ve ikinci koşulları sağlayan tek devlet Türkiye’dir. Üçüncü koşul ise henüz gerçekleşmemiştir. Nitekim çok istemesine ve çabalamasına rağmen Türkiye’nin yanı başındaki Suriye’de beş yıldan bu yana akan kanı durdurma noktasındaki yetersizliği bunun göstergesidir. Belki bu durum, ülkeyi içerden kemiren derin devlet ve paralel yapılanma nedeniyledir. Belki de pusuda bekleyen Batıya karşı bir teyakkuz halinden ileri gelmektedir.

Ancak son darbe girişiminin başarısızlığa uğraması, Türkiye’nin ellerini bu iki kelepçeden kurtarmış, serbest bırakmıştır. İslam dünyasının her köşesinde an be an darbenin gelişimiyle birlikte yaşanan duygusal iniş çıkışlar, başarısız darbe girişiminin basit bir siyasi olayın ötesinde büyük tarihi bir dönemecin başlangıcı olduğunu göstermektedir. Türkler yeniden hak ederek İslam dünyasının başına geçecektir.

*Arap fikir adamı ve akademisyen. Şu anda Katar Hamed b. Halife Üniversitesi’nde dinler tarihi ve siyasi etik derslerini okutuyor.

Benzer konular