Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4 Ekim Çarşamba günü İran’a gerçekleştirdiği tek günlük ziyaret sadece Kuzey Irak merkezli gelişmeler çerçevesinde değerlendirilemeyecek kadar anlam yüklü. Kaseti dilerseniz biraz başa, yaz aylarına saralım. 15 Ağustos 2017 tarihi, Türkiye-İran ilişkilerinde dönüm işareti sayılabilecek bir gelişmeye sahne oldu. İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Hüseyin Bâkıri başkanlığında, aralarında İslam Devrimi Muhafızları Ordusu Kara Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Muhammed Pakpur’un da bulunduğu yaklaşık on kişilik üst düzey bir askeri heyetin Ankara’ya ayak basması hem sembolik hem siyasi hem de stratejik anlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir açılıma işaret ediyordu. Başta İran Genelkurmay Başkanı olmak üzere, heyette bulunan bazı üst düzey komutanların ülkeleri dışına nadiren çıkmaları, İran’ın görüşmeye verdiği önemin derecesini göstermesi açısından önemliydi.
Şimdi dilerseniz kaseti biraz daha başa saralım. 8 Kasım 2016 günü ABD 45. Başkanı’nı seçti. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Donald Trump sürpriz bir şekilde Beyaz Saray’ın yeni sahibi oldu. ABD Başkanı Trump’ın önceliklerinden biri Obama döneminde uygulanan İran politikasını 180 derece değiştirmek yani, İran’a yönelik yeni bir çevreleme politikası geliştirmekti. Trump, 20 Ocak’ta resmen göreve başlaması ile de bu politikasına işlerlik kazandırdı. Pentagon’un tam desteğini alan ABD Başkanı, İran’ı hem uluslararası hem de bölgesel çerçevede sıkıştıracak hamleler yaptı. Bunun başında da İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ekseninin bölgesel politikalarına onay vermek ve alan açmak oldu. İran ise bu sırada Suriye, Yemen ve Irak’ta yürüttüğü yayılmacı politikasının ağır maliyetleri ile yüzleşmeye başlamıştı. Suriye’de hâkimiyeti Rusya’ya kaptıran İran, Irak’ta da hem ABD hem de Suudi Arabistan’ın hamleleri karşısında etkisini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Tahran yönetimi, 2003 yılından itibaren adım adım inşa attığı bölgesel hâkimiyet hülyaları sonrası tehdidi bir kez daha kapısında hissetmeye başlamıştı.
İRAN GENELKURMAY BAŞKANI’NIN ZİYARETİ
Şimdi kasetimizi bugüne saralım. 25 Eylül günü Kuzey Irak’taki Barzani yönetimi tüm “uluslararası baskılara” rağmen yasa dışı “bağımsızlık referandumu”nu gerçekleştirdi. Referandumda oylamaya sunulan ve komşu ülkelerin toprak bütünlüğüne de göz diken soru ve arkasındaki İsrail desteği, İran’da alarm zillerinin çalmasına sebep oldu. Kuzey Irak’ta İsrail’in hâkimiyet alanına girecek bir korsan devletçik, tehdidi İran’ın kalbine uzatacaktı. İran tüm bu gelişmeler karşısında, uyguladığı politikaların bölge için hayırlı neticeler doğurmayacağı konusunda kendisini yıllardır uyaran Türkiye’nin kapısını çalmak zorunda kaldı. Tahran yönetimi, Türkiye’nin bölgede ulusal sınırların korunması ve dış müdahalelere yönelik ilkesel duruşunun haklılığını da dolaylı yoldan kabul ettiğini son çıkışları ile deklare etti. Bu çerçevede de Türkiye’nin güvenini kazanmak adına, Suriye’de çatışmasızlık bölgelerinin kurulmasının yolunu açan Astana sürecine desteğini güçlendirirken, Genelkurmay Başkanı’nı da 1979 yılından sonra ilk kez Türkiye’ye gönderdi. İran biliyor ki eğer bölgeyi istikrarsızlaştırıcı bir güç olarak yoluna devam ederse, Türkiye’nin desteğinden mahrum kalacak ve ABD’nin yeni çevreleme stratejisine karşı daha savunmasız bir pozisyonda kendini bulacak.
Bu noktada Türkiye’nin bölge için önerdiği güvenlik çerçevesinin kendisinin çıkarları için de değerli olduğu kanaatini edinmiş olsa gerek. O nedenle İki ülke arasında gelişen ilişkide talep eden ülke İran konumundadır. Türkiye ise kendisine uzatılan eli, elbette kendi çıkarları çerçevesinde analiz ederek, geri çevirmemiştir.
ERDOĞAN PEK ÇOK KEZ UYARDI
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 4 Ekim günü gerçekleştirdiği günübirlik Tahran ziyareti de İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin davetiyle gerçekleşmiştir. Türk tarafı, Tahran ziyaretiyle İran’ın ikili ilişkilerde “yeni başlangıç” hususunda ne kadar istekli olduğunu en üst düzeyde test etme imkânı yakalamış ve bunu da değerlendirmiştir. Bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ankara ziyaretinin hemen ardından Tahran’ı ziyaret ettiğini not etmekte fayda var. Türkiye, güney sınırlarında terör koridoru oluşturma ve bölgeyi mikro parçalara bölme planına karşı iki bölgesel rakibini yanına çekmeyi başararak, diplomasi gücünü göstermiş durumda.
Türkiye’nin özellikle 25 Eylül’de Kuzey Irak’ta gerçekleşen korsan referandum sonrası, bekle gör politikası uygulamak yerine, direkt sonuç alamaya yönelik hızlı bir diplomasi trafiğine başlaması, Irak ve İran ile koordineli hareket edeceğini açıklaması, bölgenin toprak bütünlüğüne yönelik taahhüdünü göstermesi açısından anlamlıdır. Aslında 25 Eylül ile Irak’ta ortaya çıkan kriz, Türkiye’nin yıllardır, başta İran olmak üzere bölge ülkelerine yaptığı, etnik ve mezhebi yaklaşımlardan uzak durulmasına ilişkin çağrısının ne kadar haklı olduğunu da ortaya koyması açısından önemlidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan pek çok kez bölge liderlerine bu minvalde uyarıda bulunmuş, coğrafyada oluşturulacak ayrıştırmanın dış müdahalelere açık kapı bırakacağı hatırlatmasını yapmıştı.
TEHDİDİN BÜYÜKLÜĞÜNÜ HATIRLATTI
25 Eylül’de gerçekleşen korsan referandum tam da Erdoğan’ın hatırlatmalarını haklı çıkarmıştır. Tahran’daki ziyaret sırasında İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin de ortak basın toplantısında, “Etnik ve mezhebi ayrımcılıkları artırmak yabancıların buradaki planlarıdır. Bu şekilde bölgeyi ayırmaya çalışıyorlar. İki ülkede ayrımcılığı kabul etmiyor. Bütün bir Irak ve bütün bir Suriye iki ülkenin temel amacıdır.” ifadelerini kullanması Tahran’ın Türkiye’nin pozisyonuna geldiğine dair önemli bir kanıt niteliğindedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aynı toplantıda, Kuzey Irak’taki korsan referandumun İsrail gizli servisi MOSSAD’ın aklının ürünü olduğunu vurgulaması, aslında İran devletinin sinir uçlarına verilmiş bir mesaj olarak değerlendirilmeli. Cumhurbaşkanı Erdoğan, tehdidin büyüklüğünü Tahran’ın kalbinde dile getirerek, “Türkiye olmadan kaybedersiniz” mesajını çerçevenin merkezine oturttu. Bilindiği üzere ziyaretten sadece bir gün önce MOSSAD başkanı Tel-Aviv’de yaptığı açıklamada ilk hedeflerinin İran olduğunu tüm dünyaya ilan etmişti.
TOP İRAN’IN SAHASINDA
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tahran ziyareti ile Türkiye’nin kendisine uzatılacak eli geri çevirmeyeceğini net olarak ortaya koymuş ve tercihi İran’a bırakmıştır. İran’ın önünde şimdi iki seçenek vardır. Ya son 10 yıldır izlediği mezhepçi ayrıştırma politikasına devam ederek hem bölgenin hem de kendi felaketini çağıracak. Ya da Türkiye’nin bütüncül tehdit değerlendirmesi ve çözüm önerisini kabul ederek, bölge devletlerinin toprak bütünlüğünün ve refahının korunmasını içeren yeni bir politikayı hayata geçirecektir. Eğer İran, 25 Eylül korsan referandumunu fırsat bilip Bağdat’ta etkisini artıracak mezhep temelli politikalarına ağırlık verirse bilmelidir ki ilk kaybedecek kendisidir. İran için diğer seçenek ise Bağdat’a ülkedeki Sünni vatandaşlara eşit haklar temelinde yaklaşarak yönetimi paylaşması çerçevesinde destek sağlamaktır. Irak’ta gerçekleşecek böylesi bir konsolidasyon sadece İran’ın değil bölgesel güvenliğin geleceği açısından da değerli bir katkı olacaktır.