Keşke buranın adı da Kobani olsaydı

2014 yılının Eylül ayında 2 gazeteci arkadaşımla birlikte Türkiye-Suriye sınır hattını kendi gözlerimizle incelemek için günler sürecek bir tur yapmaya karar verdik. Yıllar süren iç savaş en çok Suriye’nin sınır komşusu Türkiye’yi etkiliyordu. 911 km’lik sınır kimi zaman çeşitli nedenlerden dolayı aşınmış savaş öncesi aktif şekilde kullanılan sınır kapılarının birçoğu kapanmış, terör örgütleri artık yeni sınır komşularımız haline gelmişti. Türkiye’de on yıllar süren, on binlerin canına mal olan terör yerini barış umuduna bırakmıştı. Sınırın öbür tarafından Türkiye topraklarına binlerce silah taşındığını öğrenmemiz için ise 2 yıl daha vakit geçmesi gerekiyordu. Ceylanpınar’dan başlayan yolculuğumuzda, batıya doğru ilerlerken sınırın öbür tarafında dalgalanan bayraklar da değişiyordu. PKK’nın Suriye’deki silahlı kolu PYG bölgeleri, yerini IŞİD’in hâkim olduğu alanlara bırakıyor sonra yeniden YPG bölgeleri başlıyordu. İki örgütün arasında Suriye devrimini başlatan muhalif grupların denetlediği küçük toprak parçalarının sıkışıp kaldığını da görüyorduk. Sınır hattında yaptığımız bu “iş gezisine” Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde uzun bir ara vereceğimiz hiçbirimizin aklına gelmedi.

Suruç’taki kaynaklarımdan biri birkaç kez telefonuma ulaşamayınca mesaj bırakmıştı. Kısa mesajın tarihi tam olarak 19 Eylül 2014’tü ve şöyle yazıyordu: “IŞİD Kobani’ye saldıracakmış. Binlerce insan Suruç’a geldi. Halleri perişan.”

Evet, mülteciler gelecek

Böyle zamanlarda “yerel kaynaklar” gazetecilerin eli-kulağı olsa da küçük ilçelerde yaşanan her gelişmeyi dünyanın en kritik olayı gibi gördüklerinden çekinceli yaklaştım. Zira Suruç’a gitmek yüzlerce kilometre yol demekti ve doğru bile olsa Türkiye’ye göç dalgası ilk kez olmayacaktı. Türkiye, devrimin başından bu yana milyonlar Suriye’yi misafir ediyordu ve kırmızı çizgi olarak belirlediğimiz “100 bin mülteci” yerini milyonlara bırakmıştı. Ancak birkaç uluslararası ajans IŞİD’in Kobani saldırısını doğruluyordu. Eğer IŞİD, PKK’nın Suriye’deki merkezlerinden biri olarak kabul edilen Kobani’ye cephe açarsa on binlerce mülteci en yakın komşu Suruç’a akın edecekti. Kısa bir durum değerlendirmesinin ardından Suruç’a doğru yola çıktık.

“Günlerdir yoldayız, sanki öldük”

Yaşlı bir Kobanili kadın durumlarını bu sözlerle anlattı. IŞİD’in yakaladığı insanların kafalarını kestiği, zorla asker yaptığı, derilerini yüzdüğü gibi hikayeler anlatanlar da vardı. IŞİD’in o zamana kadar saldıracağı bölgelere önce büyük bir korku saldığı, böylece boşalttığı kentleri daha kolay kontrol ettiği söyleniyordu. Eğer bu doğruysa IŞİD’in korkutma taktiğinin ne kadar başarılı olduğunu gözlerimizle görüyorduk. Kobani’den Suruç’a göç dalgası bitecek gibi değildi. On binlerce insan sınır hattında bekliyordu. Sınırda küçük bir düzen bile kurulmuştu. AFAD’a bağlı araçlar gelenleri kayda alıyordu. Birkaç gün içinde dünyadan ve Türkiye’den onlarca irili ufaklı yardım kuruluşu Suruç’a üslenmişti bile.

Yabancı basın gelirse…

Seyyar fırınlar, aş evleri, içinde sağlık taraması yapılabilen TIR’lar, çadır kamplar… Uluslararası basın da hiç vakit kaybetmeden bölgeye gelmişti. Bu durum yardım PR’larının daha etkin bir şekilde yapılmasının önünü açtı. Reuters, AP, CNN İnternational, BBC, Al Arabia, Euronews, Al Jazeera’dan tutun da Norveç’in, Kanada’nın, Japonya’nın adını okumakta bile zorlandığımız basın kurumları Suruç’ta kumun ve tozun içine gelmişti. Dediğim gibi, Suriye’den ilk kez göç olmuyordu ve uluslararası basının bir anda belli bir yere üşüşmesinin altında yatan nedenlerle ilgili çok sayıda spekülasyon vardı. Benim ve birkaç gazeteci arkadaşımın sadece bir göç dalgasını çekmek için geldiğimiz Suruç’un hemen öte yanında uygulanmak istenen planlar yine uluslararası basın üzerinden allanacak boyanacak ve dünyaya servis edilecekti. Tabi biz o günlerde bunun ayırdında değildik. Bir TV kanalının sınır hattında küçük bir set kurup canlı yayına bağlanacak muhabirleri için düzenlediği prodüksiyona halen daha şaşırıyorum.

Ulus bilinci inşa çabası

IŞİD, Ekim ayının başında Kobani çevresindeki köyleri alarak şehrin merkezine dayandı. Artık savaşı çıplak gözle görebiliyorduk ve çelik yeleklere ihtiyacımız vardı. Agence France-Press’in (AFP) deneyimli savaş muhabirleri sınırın sıfır noktasındaki köyün en son evini günlük 500 avroya kiralamış ancak kurşunlardan başlarını kaldıramadıkları için çekim yapmak akıllarına gelmemişti. Gazeteler güvenlik uzmanlarından görüşler alıyor, Türk haber kanalları ve gazeteleri PKK’nın Suriye’deki yapılanması PYD ve PYD’nin silahlı kolu YPG militanları için “Kürt güçler” veya “YPG’li milis kuvvetleri” nitelendirmeleri kullanıyordu. YPG’nin daha önceden ele geçirdiği bölgelerde yaptığı hak ihlalleri, sürgünler ve bölgelerin demografik yapılarını değiştirme çabaları unutulmuştu tabi. Esed muhalifi ve daha çok Barzani’ye yakın Kürtlerin acımasız yöntemlerle tasfiye edildiği artık kimsenin aklına gelmiyordu. Savaş öncesi gittiğim Kamışlı, Afrin veya başkent Şam’daki Kürtlerden, Esed rejimini Suriyeli Kürtlere yaptığı baskıyı, katliam ve işkenceleri dinlemiştim. Kürtlerin yıllarca kimliksiz yaşamaya mahkum edilmesi, evlenme, eğitim görme, iş kurma gibi haklardan bile mahkum edilmiş olması kanımı dondurmuştu ama tüm bunlara rağmen PYD ülkenin kuzeyinde Esed rejimin en büyük müttefiki haline gelmişti. Binlerce Kürt muhalif memleketlerinden kaçmak zorunda kalmış ve ülkedeki Kürtlerdeki fikir ve eylem birliği çok derin yaralar almıştı. IŞİD’in Kobani kuşatmasıyla sadece Suriye’deki Kürtler değil Irak, İran ve Türkiye’deki Kürtler’de bir “ulus bilinci” oluşturuluyordu. Bu, büyük oyunun sadece küçük bir sahnesiydi.

Bir “müttefik” doğdu

IŞİD’in kent merkezine dayanmasıyla ABD uçakları devreye girdi. Uçaklar şehirdeki onlarca IŞİD hedefini ağır şekilde vuruyordu. Hava bombardımanıyla şehirde daha fazla tutunamayacağını anlayan IŞİD Kobani’den çekildi. Kara savaşında başarısız olan YPG, ABD uçaklarının ve Türkiye üzerinden Kobani’ye giden peşmerge ve muhalif güçlerin desteği sayesinde Kobani’yi geri aldı. Bu, dünyaya “IŞİD’le savaşta ABD’nin en büyük müttefiki olan YPG’nin büyük başarısı” olarak pazarlandı. Daha sonra ülkenin kuzeyindeki onlarca yerleşim birimi daha gerek ABD gerekse de Rus uçaklarının yardımıyla YPG kontrolüne geçti…

Bayır Bucak yakılıyor

Beynimdeki fotoğrafları geriye doğru sarınca sık ağaçlarla kaplı ormanlık bir arazide buluyorum kendimi. Eylül’den bu yana hem Esed hem de Rus savaş uçakları ve ağır bombalarıyla yakılan, dünyanın dört bir yanından getirilen yabancı paralı askerlerin kuşatmaya çalıştığı ve binlerce sivilin evlerini terk ederek sınıra yığıldığı Bayır-Bucak’ta. 10 Kasım günü bölgenin en stratejik mevkilerinden biri olan Gımam’daki operasyonda bölgenin nasıl acımasız bir bombardımana maruz bırakıldığına şahit oldum. Rus uçaklarının desteğiyle bölge adım adım, köy köy muhaliflerin elinden çıktı. Kaybedilen her yerleşim birimi 4 milyonu aşan mülteciye yenilerini ekliyordu. En son bölgenin stratejik açıdan en önemli alanlarından biri Kızıldağ düştüğünde Bayır Bucak’taki mülteci sayısı 20 bini aştı. Binlerce sivil Türkmen önce sınır hattındaki son köy olan Yamadı’ya burası da tehdit görünce Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Rus füzeleri sivil mültecilerin kaldığı çadır kampları dahi hedef aldı.

Yardım yarışından eser yok

Ormanlık araziden düşe kalka, çamurlara saplanarak Türkiye’ye gelen sivil Türkmenleri sadece birkaç sivil toplum kuruluşu karşıladı. Türkmen Dağı’ndaki savaş basın kuruluşlarının gündemlerinin son sıralarına kadar düştü en sonunda da sadece boşluk doldurmak için kullanıldı. Ne Bayır-Bucak’tan kaçan mültecileri uluslararası haber ajansları karşıladı ne de sadece isimleriyle iş yapan deneyimli savaş muhabirleri bölgeye giderek bize olanları aktardı. Yüzlerce yıldır o bölgedeki dağlarda yaşayan köylü çocukların mücadelesi Newsweek kapağını süsleyecek parlak bir hikaye değildi belki de ya da uluslararası basını yönlendirenler için Bayır Bucak kesinlikle görülmemesi, üzerinde hiç durulmaması gereken bir savaş alanıydı.

2016’nın Şubat ayının başında binlerce Türkmen mülteci, komşu ilçe Yayladağ’a geldi. Günlerce soğukta dışarıda sabahladılar. Mülteci kaydı olmak için sabahlara kadar sırada beklediler ve kendilerine verilecek bir tabak sıcak çorba, bir soğuk çadır aradılar. Suruç’ta kısa bir süre içinde kurulan düzen bir anda bozuldu. Çevrede yardım vermek için birbirleriyle yarışan dernek ve vakıflar da yoktu. Sınır bürokrasisi, elinden geleni dahi yapmadı.

Sınır bürokratları sadece engel çıkarıyor

Bayır-Bucak’a gidip orada olup biteni haberleştirmek için bürokratların önümüze koyduğu engeller de günden güne aşılmaz bir hal alıyor. Ya saatlerce bir mülki amiri ikna etmeye çabalıyor ya da bir dizi tehlikeyi göze alarak gece vakti hiçbir ışık huzmesinin olmadığı ormana dalıp sınırı geçmeye çalışıyoruz. Kobani gündeminde önümüze açılan imkanlardan eser dahi yok.

Kobani’deki yardımseverler nerede?

Türkiye, Kobani savaşında yapması gerekenden daha fazla şey yapmıştı. Zaten on binlerce mülteciye kapısını açıp, onları barındırarak insani vazifelerini eksiksiz şekilde yerine getirdi. Her ideolojiden onlarca kurum Kobani’nin yaralarını sarmak için seferber oldu, medyamız “Kobani direnişini” haftalarca gündemde tuttu. Tüm bunların yanında peşmerge ve ÖSO güçleri Türkiye topraklarını kullanarak Kobani’ye geçti. Ancak Türkmen Dağı’na çıkması gereken ses, Kobani’de çıkan sesin, uzatılan elin yarısı bile değil. Türkmen komutan Mustafa, savunmaya çalıştıkları son bölgede şöyle söylüyor: “Kobani’ye yapılan yardımlarda gözümüz yok. Keşke buranın adı da Kobani olsaydı, belki o zaman daha şanslı olurduk.”

Benzer konular