Kartal’da çöken bina ardında hem büyük bir üzüntü hem de insanların zihninde kendi binalarının durumu ile ilgili soru işaretleri bıraktı. Binanın neden yıkıldığı konusunda basında da yer alan, deniz kumu kullanılması, kaçak kat çıkılması, kolon kesilmesi gibi ileri sürülen sebeplerin etkili olup olmadığını, inşaat konusunda nerede, neyi yanlış yaptığımızı İnşaat Mühendisi/Müşavir Yalçın Dursun’a sorduk. Uzun yıllar betonarme binaların performans analizlerinin yapılması ve güçlendirilmesi alanında çalışan Dursun, İstanbul’daki binaların yaklaşık yüzde 30’unun yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini söylüyor.
Kartal’da yıkılan binaya baktığınızda ne görüyorsunuz?
Sadece 21 vatandaşımız değil, inşaat kültürümüz de bu binanın altında kaldı. Gerçek manada bir inşaat kültürümüz var mıydı, o da tartışılır, ama bu yıkım var olan kısmını da yerle bir etti.
Kolonların kesildiği, deniz kumu kullanıldığı, kaçak kat çıkıldığı gibi iddialar dillendirildi. Binanın yıkılmasında bunlar etkili olmuş mudur?
Süreci hızlandırmıştır. Kolon kesilmiş olmasa bile binanın normalden fazla yükü vardı. İlave 3 kat fazla atılmış. Atılmasa da bina yıkılırdı çünkü performansı zayıf. İnşaatlarda deniz kumu kullanılabilir. Ancak deniz kumunu yıkayıp tuzunu alırsın, elersin, içindeki deniz kabuklarını, fosillerini ayıklarsın, ondan sonra betonu yaparsın. Betondan deniz kabuğu çıkıyorsa işlemden geçirilmeden direkt kullanılmış demektir. Bu başlı başına bir problem. Bundan dolayı deprem olmadan kendi kendine yıkılıyor binalar. Bir de deprem olsa Allah muhafaza büyük felaket yaşanacak.
Sorun şu ki yaptığımız betonarme yapıların ekseriyeti risk taşıyor. Doğal afetlerden oluşacak tahribatı yok saydığımız için, 1999 Adapazarı depreminde bu risk gerçekleşti. Ben Sakarya’da okudum, oraya ilk gittiğimde camilerin minareleri tenekeden yapılıydı. Çok yadırgamıştım. “Buradaki insanlar doğru dürüst bir minare yapamıyor mu?” dedim. Meğer deprem bölgesi olduğu için yapı hafif olsun diye tenekeden yapıyorlarmış. Osmanlı döneminde de deprem riski nedeniyle Sakarya’da inşaat yasaklanmış. 90’lardan sonra ise ok yaydan çıktı ve acayip bir yapılaşma oldu. 1999 depremi de bedelini bize ödetti.
CEBİMİZDEN PARA ÇIKSIN İSTEMİYORUZ
Neden riskli bina yapıyoruz?
Bu kültürel bir sorun. Toplumsal olarak inşaatı bildiğimizi sanıyoruz. Binalarımız öncelikle mühendislik hizmeti almıyor. Alsa da gereğini yerine getirmiyor. Çünkü bunun bir bedeli var ve insanlar bedele katlanmak istemiyor. “Ben niye projeye bu kadar para vereyim, neden işi bilen müteahhide fazla para vereyim? Ben kendim yaparım” diyor. “Bir şey olmaz, yıkılmaz. Ayakta duruyorsa, durmaya devam eder” diyor. Beni binalarını kontrol etmem için çağıran tanıdıklarım oldu. “Hızlı bir şekilde bunun projesini çözdürün ve yapın” diye tavsiye verdiklerimin hiçbiri adım atmadı. İnsanlar buna yanaşmıyor.
Tekrar bu tarz olaylarla karşılaşma ihtimalimiz var mı?
Maalesef bu olaylar devam edecek. Seneye bir tane daha, sonraki sene 5 tane daha, 10 sene sonra 15 tane daha ev çökecek. Çünkü bu yapılar ekonomik ömürlerini tamamladılar. Artık ayakta duramıyorlar. Bunların tespiti de çok kolay, ama biz toplum olarak da devlet olarak da üstümüze düşeni yapmadık, yapmamaya da devam ediyoruz. Bunun “mahalli” ya da “hükümet” değil, devlet politikası olarak masaya yatırılıp çözülmesi lazım. Yoksa bu olaylara daha çok şâhit olacağız. Hele hele Allah muhafaza İstanbul’da bir deprem gerçekleşirse hayatta kalanların işi daha zor olacak. Çünkü enkazlara bile ulaşılamayacak.
KİMSE MÂSUM DEĞİL
İstanbul’daki binaların durumu nedir?
İstanbul’da 2006 yılında beton ölçümleri yapıldığında ortalama beton dayanımı 120- 130 cm2 / kg çıktı. Bizim yeni yönetmeliğe göre yaptığımız binalardaki beton dayanımı ise yaklaşık 375 cm2/ kg’ma tekabül ediyor. Düşünebiliyor musunuz? Eski binaların hepsi böyle.
1970-80’lerde yapılan binalarda proje yetersizdi, kullanılan malzemeler yetersizdi, dizayn problemi de vardı. O zaman kullanılan demirin çekme mukavemeti ile şimdi kullanılan demirin çekme mukavemeti neredeyse yarı yarıya. Burada kimin suçu var? Başta vatandaşın olmak üzere mahalli idarelerin, mühendis odalarının ve devletin hatası var. Mâsum olan kimse yok.
DAYANIKLILIĞA DEĞİL FAYANSA BAKIYORUZ
Vatandaşın yaptığı yanlışlar neler?
Bu yanlışları dönem dönem ayırmak lazım. Vatandaş 2000’lerden önce zor şartlarda başını sokacak bir ev edinmek istiyor. Mümkün mertebe en ucuzundan yapmaya çalışıyor. Bunun için mühendislik hizmeti almıyor. Ucuza mâl etmek için yeterli betonu, demiri kullanmıyor. Mesela kolonlar 50’ye 50 olması gerekirken 20’ye 20 yapıyor. Bir metreküpte 300 kilogram çimento kullanması gerekiyorsa onu 200 kg yapıyor. Maalesef vatandaşın yaklaşımı böyleydi. Ev alırken de evin dayanıklılığına kimse bakmıyor ama mutfaktaki fayanslar çok büyük bir sorun olabiliyor.
Belediyeler?
Yine 2000’lerden önce belediyenin vermiş olduğu îmar durumu vatandaşı tatmin etmediğinde, daha fazla kat üretmek için, resmi olarak harç ödememek için kaçak yapılara tevessül etti. Karşılıklı menfaat ilişkisi var. Belediyeler de buna göz yumdu. Vatandaş buraya geldi, karşıma almayayım diyerek oy kaygısı güttü. Diğer taraftan da bağış adı altında paralar alındı.
Devletin hataları ya da yapması gerekirken yapmadığı şeyler ne?
1999 depreminden sonra devletin yaklaşımı, olması gereken seviyesine çıkmadı ama büyük oranda değişti. Yapı denetimler aracılığıyla bağımsız denetimler oluşturuldu. Geçmişte yapılan hatalardan biri de devletin vatandaşın barınma ihtiyacını kontrollü bir şekilde çözememesi. Devlet çözmeyince, mahalli idare çözmeyince vatandaş da kendi çapında çözüm üretiyordu. En pratik, en hızlı, en ekonomik çözüme başvuruyordu. Onun da bedellerini şimdi ödüyoruz.
KAÇAK KATI BİZZAT MÜTEAHHİT ATIYOR
Müteahhitlerin sorumluluğu yok mu?
Elbette var. Müteahhit belediyeye başvurduğunda ona bir îmar durumu verilir. Bu îmar durumunda üretilen daire müteahhitin beklentilerini karşılamadığında, gayri yasal alan üretmeye bakılıyordu. Denetlenmek istemiyorlardı çünkü maliyeti var. Fazladan 1-2 kat atmanın derdine düşerlerdi. Hadi fazla kat ürettin, bari projeyi buna göre çöz, o da yok. Mahalli idareye de sus payı veriyordu. Tabidir ki bu mantalitede olan “kafa yapısı” binayı yaparken kaliteye de aynı şekilde yaklaşıyordu. 1999 depreminden sonraki farkındalık ve zihniyet değişimiyle bu hoyratlığın epeyce önüne geçildi. Ama bugün de şöyle bir sorun var. Siz şimdi isteseniz müteahhit olarak inşaat yapabilirsiniz.
İSTEYEN HERKES İNŞAAT YAPIYOR
Nasıl yani?
Evet, bir mali müşavirden Müteahhitlik LTD ve AŞ şirketi kurmasını istediğiniz zaman kurabilir. Kimse size “Titrin ne, teknik kapasiten ne, bilincin ne” diye sormuyor. Berber dükkânı açandan kalfalık belgesi isteniyor ama müteahhitten belge istenmiyor. Halbuki bu binaların içinde insanlar yaşayacak. Yeterliliği sorulmalı.
Diğer yandan, şirketi kurarken belli bir sermaye göstermek gerekiyor. “Benim şirketimin kuruluş sermayesi 3 milyon lira” diyebilirsiniz. Nerede bu para? Yok! Ama böyle gösterip şirket kurulabiliyor. Herhangi bir menkul, gayrı menkul hiçbir şey beyan edilmiyor, ipotek yapılmıyor. Dolayısıyla hiç paranız olmadan inşaat yapmaya başlayabilirsiniz. Kâğıt üzerinden, topraktan daire satılıyor. Bitiremeyip zorlandıkça da kaliteyi düşürüyor.
Mühendis odalarının bir dahli yok mu?
Bu tür yapılara sebep olan en büyük engellerden biri de mühendis odalarının yetersizliği. Her konuda olduğu gibi, oda seçimlerinde teknik mücadele değil, ideolojik mücadele veriliyor. Laikler, cumhuriyetçiler, demokratlar muhafazakârlar… Belediyeler de îmar planlarını yaparken, talep geldiğinde, oy gelip gelmeyeceğine bakar. Olayın teknik kısmıyla ilgili fazla kaygı taşımaz.
Hangi binalara müdahale edilmesi lazım?
1999 depreminden önce yapılmış binalara kesinlikle müdahale edilmesi lazım.
İSTANBUL’UN YÜZDE 30’U YIKILMALI
Bir yüzde verebilir miyiz?
2006 yılındaki beton dağılım performansına baktığımızda betonların basınç dayanımları olması gerekenin yarısından daha düşüktü. Bu İstanbul’da yapı stoğunun yüzde 30-40’ının tamamen yıkılması gerektiğini gösteriyor. Yapıldığı tarih belli. Binanın yapıldığı zamanki şartlar, kesitlerin yetersizliği, kullanılan betonun, demirin yetersizliği ortada. Binaya baktığın zaman bile belli oluyor. Acil eylem planıyla rehabilitasyona gidilmeli.
İstanbul’da en çok nerelerde sorun var?
Kasımpaşa, Fatih, Üsküdar, Şirinevler, Kadıköy, Beşiktaş… 40-50 yıllık binaların hepsi aynı riski taşıyor. 2000 yılından sonra yapılan binalar biraz daha fazla mühendislik hizmeti aldılar. Sıkıntıyı eski yerleşim yerlerinde daha fazla yaşayacağız.
Güçlendirme yapılabilir mi?
Performans analizleri yapıldıktan sonra güçlendirilip güçlendirilmeyeceği, güçlendirilecekse nasıl yapılacağı ortaya çıkar. Ancak güçlendirme, alan kaybına neden olacaktır. Betonarme perdeler konacak, kolonlar büyütülecek. Dolayısıyla mîmarî kayıp ve ek bir maliyet getireceğinden, her bina için ayrı ayrı değerlendirilip yıkılıp yıkılmayacağına ona göre karar verilmelidir.
HERKES FAZLA KAZANÇ PEŞİNDE
Bu kadar binanın yıkılıp yapılmasının maliyeti çok olmayacak mı? Vatandaş bunu karşılayabilecek mi?
Mümkün hâle getirilmesi lazım. Belediyenin veya hükümetin değil, devletin politikası olmalı ve zamana yayarak mutlaka bu binalar dönüştürülmeli. Yoksa ev yıkılmaları logaritmik hızla artacak. Vatandaş paraya kıyacak. Baştan almadığı mühendislik hizmetini şimdi alabilir. Raporda ne çıkarsa, yorum yapmadan, maliyetini gözetmeden yapması gerek. Burada vatandaşa çok görev düşüyor. Çünkü devlet karar alırken hantal. Bürokrasi var, işleyiş yavaş, yarın öbür gün oturduğunuz bina gidebilir. Beton kalitesi kötü olduğundan içindeki demiri de dış etkenlere karşı koruyamıyor. Dolayısıyla demir çürüyor. Maddi durum mu, can mı? Fedakârlık yapacak. Arsasından 10 daire çıkıyorsa müteahhitten 5 daire almak için zorlamayacak. “4 daire ver, benim işimi çöz” diyecek. Herkes fazlasını istiyor. Arsadan 10 daire çıkıyor, 6 dairesini istiyor. Müteahhidi kurtarmıyor. Bu sefer müteahhitler rekabete giriyor. Kâr etmek için maliyeti düşürmesi lazım. Vatandaş ya cebinden verecek ya da inandıkları bir müteahhite kâr marjını bırakacak. O kâr marjı olmadan müteahhit o işi niye yapsın? Mal sahibi de müteahhit de daha fazla kazanmak istiyor.