15 Temmuz 2016’da FETÖ terör örgütü tarafından gerçekleştirilen darbe girişiminin, nasıl bir bölgesel planlamanın parçası olduğu son 1,5 yılda meydana gelen olaylar silsilesi ile net olarak anlaşılıyor. 15 Temmuz’da FETÖ üzerinden teslim alınmak istenen Türkiye Cumhuriyeti devletinin tüm bölgesel iddialarının devre dışı bırakılarak, ABD, İsrail ve bölgedeki bazı Arap ve Körfez ülkelerinin oluşturduğu eksenin kurguladığı bölgesel dizaynın önündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış olacaktı.
Bu dizayna göre, FETÖ darbesine maruz kalan Türkiye’nin güney sınırı ile ilişkisi tamamen kesilirken, 900 km’lik Suriye sınırında PKK eliyle Akdeniz’e uzanan bir terör koridoru oluşturulacak, daha sonra da bu koridor, CENTCOM eliyle ve diğer bölgesel işbirlikçiler yoluyla devletimsi bir yapıya kavuşturulacaktı. Böylece son aşama, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinin koparılma projesi de devreye sokulacaktı. ABD bu projeyi ilk kez 1990’larda Çekiç Güç vasıtasıyla Irak’ın kuzeyinde uygulamış ve görece başarıya ulaşmıştı. Türkiye’nin söz konusu dönemde, siyasi suikastler, PKK terörü, irtica bahaneleri ve başarısız koalisyon hükümetleri ile nasıl bir girdaba sokulduğu malumdur.
Darbeler vasıtasıyla Türkiye’nin çıkarlarının ve ulusal güvenliğinin nasıl boyunduruk altına alındığına somut örnek verecek olursak 12 Eylül darbesine bakmak yeterli olacaktır. 12 Eylül darbesi ile “ABD’nin çocukları” yönetimi ele alınca, ilk aldıkları kararlardan biri, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesine yeşil ışık yakması olmuştu. Darbeye verilen onay karşısında verilen bu büyük ödün, Türkiye’nin Ege ve Akdeniz çıkarlarına bugün dahi etki eden olumsuz sonuçlar doğurmuş/doğurmaya da devam etmiştir.
ABD DİZAYNININ HALKALARI KOPUNCA
Türkiye’ye yine benzer bir senaryonun özellikle 2013 sonrasında uygulanmak istendiği ve 15 Temmuz FETÖcü darbe girişiminin zirve noktasını oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Elbette bölgesel dizayn, PKK’nın güney sınırımızda devletleştirilmesinden ibaret değildi. Zincirin farklı halkaları da mevcuttu. Bunlardan biri, Kuzey Irak’ta eylül ayında tetiklenen “bağımsızlık” girişimi idi. Bir diğeri Katar’da, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin müdahalesiyle rejim değişikliği gerçekleştirmekti. Buna paralel olarak, ‘Ilımlı İslam” projesi devreye sokularak, İsrail’in bölgedeki diğer Arap ülkeleri tarafından tanınması ve İran’a yönelik bir cephenin açılması da dizaynın belki de son noktası olacaktı.
FETÖ’nün bugün, söz konusu eksen tarafından adeta korumaya alınması da bu projenin içeriğini doğrular niteliktedir. Kumandası Pentagon ve CIA’in elinde olan FETÖcü yapı sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun da Batı’nın siyasi ajandasına göre şekillendirilmesinde rol oynayacaktı. Türkiye’nin FETÖ eliyle teslim alınamaması, tüm bu projeleri ya akamete uğrattı ya da ötelenmesine sebep oldu.
ABD’nin taşeronlar üzerinden bölgeyi yeniden dizayn projesi başarısız kalınca, kendisi direkt gelişmelere müdahil olmak durumunda kaldı. Kuklalar bir bir görevlerinde başarısız kalınca kuklacı kendini gösterme ihtiyacını hissetti. Elbette bu yeni direkt müdahaleci tutum, 15 Temmuz sonrası, güney sınırında daha proaktif bir politika benimseyen Türkiye ile karşı karşıya gelme riskini de artırdı. Maskeler düşerken, Washington’un Ankara’ya nüfuz etme ve yönlendirme kabiliyeti de neredeyse sıfırlandı.
TEHDİT MESAJI
CIA’in yan kuruluşu RAND Corporation, Türkiye ile ABD’nin doğrudan çatışabileceğini öngören (tehdidini savuran) bir raporu tam da bu günlerde servis etmesi sürpriz değil. “ABD’nin Ortadoğu’daki Stratejik Çıkarları ve ABD Ordusu için Sonuçları” başlığını taşıyan raporda, Ortadoğu’dan sorumlu ABD Merkez Komutanlığı’nın (CENTCOM) sorumluluk sahasında üç büyük muharip bölgenin aktif olduğuna dikkat çekilerek, ABD’nin bölgede bulunan müttefikleri ile karşı karşıya gelebileceği değerlendiriliyor. ABD’nin çatışma ihtimali olduğu müttefik güçler arasında Türkiye’ye ise ayrı yer ayrılıyor. Türkiye’nin daha önce ABD’nin karşılaştığı herhangi bir konvansiyonel güçten farklı olduğu belirtilerek Türk ordusunun savaş kapasitesine dikkat çekiliyor.
Bölgedeki sadece stratejik yapının değil, tehditlerin doğasının da, ABD ordusunun Irak’ı 1990 yılında işgal ettiği döneme göre, oldukça farklılaştığına dikkat çeken raporda, ABD’nin yeni müttefiklerinin eylemlerini etkileme kapasitesinin sınırlı olduğuna dikkat çekiliyor.
TERÖR ÖRGÜTÜ YARDIMA ÇAĞIRIRSA
Raporda en büyük endişelerden birinin, Türkiye’nin, Suriye’de ABD himayesindeki PKK/PYD terör örgütüne yeni operasyonlar gerçekleştirme ihtimali olduğu görülüyor. Türkiye’nin Suriye içlerine Fırat Kalkanı gibi bir harekata girişmesi durumunda, ABD’nin, “yerel müttefiklerini” yani terör örgütünü korumak için devreye girebileceği dillendirilerek, dolaylı yoldan Türkiye tehdit ediliyor. Conilerin, PKK’lı teröristler için kalkan olabileceği savunuluyor.
Metni kaleme alan isimler, Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta terör yapılarına gerçekleştireceği bir saldırıda, ABD ordusunun DEAŞ ile mücadele en yakın müttefiki olan örgütlerden yardım çağrısı alabileceğini, böylesi bir durumda, ABD ordusunun Ortadoğu’da daha önce hiç karşı karşıya gelmediği etkinlikte bir ordu ile savaşmak zorunda kalabileceğinin altı çiziliyor.
Bu noktada Türkiye’nin, 25 Nisan 2017 tarihinde, terör örgütü PKK’nın Suriye ve Irak’ta mevzilendiği noktalara eşzamanlı saldırılar düzenlediğini hatırlamak gerekiyor. Suriye’de Karaçok ve Irak’ta Şengal bölgesine düzenlenen eşzamanlı operasyonlar ile terör örgütünün yapılanması ağır zayiata uğramıştı. Operasyon bölgesinin ABD güçlerinin konuşlandığı noktalara oldukça yakın olması da o dönem dikkat çekilen hususlardandı. Operasyonlar ile Ankara’nın müttefiki Washington’a, “çıkarlarım ve ulusal güvenliğim tehdit edilirse, vurmaktan çekinmem” net mesajını verdiği de dikkat çekilen hususlar arasındaydı.
MEŞRU OLMAYAN VARLIK
RAND’ın raporunun ilerleyen dönemde benzeri bir operasyon göz önüne alarak oluşturulduğunu söylemek yanlış olmaz. ABD, Türkiye’nin, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin gösterdiği gerçekler ışığında, Washington’u artık güvenilir bir müttefik olarak görmediğinin ayırdına varmış durumda. Washington da, kendi eylemlerinin pekala Türkiye’nin çıkarlarını tehdit ettiğini biliyor.
İki taraf arasındaki bu stratejik gerilimde, Türkiye pek çok kez en üst düzeyde, gerektiği zaman Afrin başta olmak üzere, Suriye sınırındaki ve Irak’taki terör yapısına müdahale edebileceğini ilan etmiş durumda. ABD’nin Suriye’de bulunan iki bin civarındaki askeri ile bu müdahaleyi önlemesi ise mümkün değil. Bu sebeple ki, şu an terör örgütü için önemli noktalara kendi askerini konuşlandırarak caydırıcılık göstermeye çalışmakta, yani aslında teröre kalkan olmakta.
Suriye’de mevcut saha koşullarında, DEAŞ tehdidi ortadan kaldırıldıktan sonra, ABD’nin ülkede bulunmasını meşrulaştıracak hiçbir gerekçe olmadığını da belirtmek gerekiyor. Uzatmaları oynayan Washington için tek bahane, “bölgedeki Kürt varlığını” korumak şeklinde formüle edilebilir. Ne var ki bu noktada da bir terör örgütü ile direkt işbirliği içinde olması ABD için zorlayıcı unsur olarak ortaya çıkıyor.
KORKAK KOVBOY
Sonuçta, Türkiye, Rusya ve İran üçlüsünün Astana’da temelini attıkları ve Soçi’de geliştirdikleri Suriye uzlaşısı ile tüm oyun planı alt üst olan ve bölgede adeta çırılçıplak kalan ABD’nin, terör örgütü PKK/PYD’yi kendi askeri gücünü ortaya koyarak, tehditler savurarak savunmak durumunda kaldığı görülüyor. ABD’nin elinde, Başkan Trump’ın son açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesinde de görülebileceği gibi, kaba güç ve tehditten başka bir araç kalmamış durumda. Adeta bir mirasyedi gibi inandırıcılığına dair tüm sermayesini tüketen Washington, müttefiklerinin çıkarlarını tehdit eder konuma düşmüştür. Devlet dışı aktörlerle, terör örgütleriyle işbirliği yaparak, bölgesel dizayn çabasına girişen ABD, son sürat duvara doğru yaklaşmakta. ABD kasabada, elinde silah bulunan tek kovboyun kendisi olmadığı gerçeğiyle yüzleşmekten korkmakta ve bu korkusunu tehditler savurarak gizlemeye çalışmakta.