14 Nisan 2017’de, aralarında Hukukçular Derneği Başkanı Mehmet Sarı’nın da bulunduğu bir grup avukat “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek” suçlamasıyla 17 isim hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan suç duyurusu soruşturmaya dönüştü. Soruşturma kapsamında FETÖ terör örgütüyle bağlantılı isimlerin neredeyse yarısını ABD vatandaşları oluşturuyordu. Kimdi bunlar? Senatör Charles E. Schummer, Savcı Preet Bharara, OFAC Başkanı David Cohen, General Ralph Peters, CIA direktörü John Brennan ve elbette FETÖ denince akla gelen üçlü, Fuller-Barkey-Rubin.
Savunma refleksi gecikmedi
Hemen ertesi gün, 15 Nisan’da The New York Times aracılığıyla FETÖ üçlüsünün Türkiye’de doğup büyümüşü Henri Barkey’den cevap gecikmedi: “Sen benim insanlarımı tutuklarsan ben de seninkini tutuklayabilirim tavrı bu”. Yine Henri Barkey, cevap babında twitter hesabına Karl Marx’ın Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’inden şu meşhur alıntıyı yaptı, “Tarih kendini iki defa tekrarlar, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.” Tvit, Savcı Bharara’nın hakkındaki suç duyurusuna gösterdiği tepkiye destek vermek için atılmıştı. Nitekim Savcı Bharara da “Putin tarafından yasaklı, Erdoğan tarafından suçlu. Örnek olsun diye söylemiyorum ama eğer Duterte de beni uyuşturucu kaçakçılığından suçlayacak olursa aklıma başka şeyler gelecek” diye yazmıştı kendi twitter hesabına. Fetö üçlüsünün çömezi Michael Rubin ağabeyi Barkey gibi İzmir’li olmasa da Türkçe tvit atarak kendini kanıtlama peşindeydi. Daha atak bir üslup kullanıyor, meydan okumaya çalışıyordu. “Üzgünüm Tayyip, beni öyle kolayca tehditle korkutamazsın. Yalanlarına aldırmam ve beni hiç bir zaman susturamazsın.”
Mütareke yıllarına özenti
FETÖ üçlüsünün çömezini bir kenara bırakalım. Fuller-Barkey ikilisi üzerine yoğunlaşalım. Başından sonuna dek FETÖ serüvenini şekillendiren isimler bunlar. Daha da önemlisi, son noktayı koymak üzere bizzat operasyonun başına geçen de yine bu ikili. Onlar bunu reddediyormuş, tabii ki reddedecekler. Küçücük bir çocuk bile yaptığı kabahati kabullenmemek için onca diretiyorken yılların kaşar istihbaratçılarının “Ben yaptım” demesini kimse beklemiyor zaten. 15 Temmuz günü hiçbir inkâra mahal bırakmayacak bir gerçek var: Henri Barkey Türkiye’de. Ne yapıyor? İran konulu bir etkinlik. Minareyi çalmayı çoktan kafasına koymuş birinin makul bir bahane üretmesinden daha doğal ne olabilir? Peki nerede? Mütareke devrinde işgal kuvvetleri karargâhı olarak kullanılan Büyükada sahilindeki Splendid Palas’ta.
Büyükada’da ne olmuştu?
Önce Büyükada etkinliğini yapan Henri Barkey’in Wilson Center’ının İstanbul’daki ortağı Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi’nin konuya ilişkin yazdıklarına bakalım.
“İstanbul Kültür Üniversitesi Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi (GPoT Center) ve Woodrow Wilson International Center for Scholars Ortadoğu Programı 15-17 Temmuz tarihlerinde Iran ve Komşuları başlıklı ortak konferansı İstanbul’da düzenlediler.
Toplantı İran, Türkiye, Afganistan, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nden gelen alanlarında deneyimli 13 uzmanı bir araya getirmiştir. Uzmanlar, İran’ın bölgedeki rolünün dinamiklerini ve zorluklarla dolu bir zamanda bölgesel aktörlerin verdikleri karşılıkları kavramaya çalışmışlardır.
İki gün süren konferansta İran ve Avrupa Birliği’nin geçen yıl Temmuz ayında imzaladığı Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA)’nın bölgesel istikrarı nasıl etkilediği konusu ön plandaydı. Ortadoğu’da yeni bir soğuk savaşın olası etkileri, İranlıların bölge hakkındaki algıları gibi konuların yanı sıra, Türklerin İran hakkındaki görüşleri ve bölgesel gerginlikler, Suriye, Afganistan ve Mısır’daki son gelişmeler toplantıda değinilen diğer başlıklar arasındaydı.
Toplantının sonunda katılımcılar bölgeye ilişkin zorluklara ve karışıklıklara değinerek, geleceğe ilişkin iyi beklenti dileklerini ifade etmişlerdir.”
Sahi, öyle miydi?
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Hele ki işin içinde istihbaratçılar varsa. Yine iyi bilinir ki, bir istihbaratçı asla emekli olmaz. Yıllarca CIA hizmetinde çalışmış, üstelik FETÖ ve PKK konusundaki fikirleri kamuoyu tarafından bilinen birisiyle ortak etkinlik yapanların bu açıdan söylenecek sözü yoktur. Kimden bahsediyoruz? İstanbul Kültür Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi direktörü Mensur Akgün’den. TESEV çatısı altında 2002’den 2009 yılına dek Dış Politika Programı yöneticiliği yapmış birinin Henri Barkey figürünü tanıyor olması gerekirdi. Ayrıca Büyükada’da yaşananları sıradan bir atelye çalışma gibi göstermeye kalkması gerçekten ilginç. O zaman ortada sadece tesadüfler ve ister istemez aklımıza takılan sorular var. Ne gibi mesela:
- Büyükada’da Splendid Palas Hotel’de kamera sistemi yok. Bu, otelin güvenlik politikası mı? Yoksa yapılan programın mı? Böyle bir ihtiyaç… Neden?
- Bu tür toplantılarda kayıt tutulması gayet olağandır. Hatta pek çok kurum bu toplantıları internet sitelerinden canlı yayınlar. Kapalı devre bir toplantı yapılıyor. Neden?
- Barkey’in canlı yayın talebinde bulunduğu ve bu sırada oldukça asabi bir ruh hali içerisinde olduğu söyleniyor. Sıradan bir atelye çalışmasında böylesi bir durum. Neden?
- Otelin müşteri kayıtlarında aynı isme kayıtlı farklı odalar olduğu söyleniyor. Başka biri, mesela Graham Fuller bu odalardan birinde kalmış olabilir mi? Ayrıca giriş tarihi bir gün önceye çekilmiş. Neden?
- Otele üzerinde Pennsylvania yazılı bir çan bırakılıyor. Neden?
- Henri Barkey otelin garsonuna “İlk geldiğimde HSBC patlaması oldu. İkincisinde Gezi olayları. Şimdi ise darbe oluyor” diyor. Bu bir itiraf mı?
CIA bunu hep yapıyor
CIA’in Ajax Operasyonu’nu birçoğumuz duymuşuzdur. İran’da halkın demokratik oylarıyla iktidara gelen Muhammed Musaddık, İran petrollerini millileştirmek istiyordu. Şimdiki adıyla British Petroleum (BP) o zamanki adıyla Anglo-Persian Oil Company tarafından işlenen İran petrolünün millileşmesi demek, bağımsız bir İran demekti ve buna katlanılamazdı. Önce İran Şahı eliyle Başbakan Musaddık’a ayar verilmeye çalışıldı. Ancak Şah, Musaddık karşısında varlık gösteremedi ve ülkeden kaçmak zorunda kaldı. İş başa düşmüştü. MI6 ve CIA elele vererek ülkedeki Şah yanlısı muhalefeti kışkırtmayı başardılar. Ordu zaten emre amade idi. Musaddık için artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Operation Ajax adı verilen bu planın mimarı CIA ajanı Donald Wilber’dan başkası değildi. Wilber, darbeye giden süreci şöyle anlatmaktaydı:
“Ordu kısa bir süre içinde Şah yanlısı harekete katıldı. Ve o gün, öğle olduğunda, Tahran ile birlikte belli bazı taşra kentleri Şah yanlısı gruplar ve ordu birliklerinin kontrolündeydi. 19 Ağustos günü sona ererken Musaddık hükümeti üyeleri ya saklanmış, ya da hapse atılmıştı.”
Minareyi çalana kılıf mı yok? Bakın, Ajax Operasyonu’nun hemen sonrasında Wilber darbenin gerekçesini nasıl açıklıyordu:
“İran’ın Demir Perde’nin gerisine kayma tehlikesinin büyük ölçüde arttığı düşünülüyordu. Bu gerçekleşseydi Soğuk Savaş’ta, Sovyetler Birliği açısından bir zafer, Batı ve Orta Doğu açısından ise önemli bir yenilgi anlamına gelecekti.”
CIA, Musaddık darbesinde rolü olduğunu sürekli inkâr etti. Ta ki 2013 yılına kadar. 2013 yılına gelindiğinde darbenin üzerinden artık 60 yıl geçmişti ve ABD’deki Bilgi Edinme Yasası gereği İran ile ilgili belgelerin saklandıkları yerden çıkarılması gerekiyordu. Belgeler 60 yıllık CIA yalanını gözler önüne seriyor, belgelerden birinde, alenen “Askeri darbe ABD dış siyasetinin bir parçası olarak CIA yönetiminde gerçekleştirildi” deniyordu.
Aynı inkâr politikası
Büyükada Splendid Palas macerasına ilişkin Türk medyasında yapılan yayınlardan son derece rahatsız olduğu gözlenen Henri Barkey, cevabını 1 Eylül 2016 günü The New York Times sütunlarından “Türkiye niçin beni darbe planlamakla suçluyor” başlığıyla vermeye çalışıyordu.
“O zaman Türkiye’deydim, İstanbul’a vapurla 45 dakika mesafedeki Büyükada’da bir atelye çalışmasını yönetiyordum. İran’ın komşularıyla ilişkisini konu edinen ve az sayıda akademisyeni bir araya getiren çalışma, İstanbul’daki bir düşünce kuruluşu ile birlikte aylar öncesinde planlanmıştı. Çoğu kimse için belki tamamen gereksiz görülse de bu tür akademik toplantılar benim işim açısından önem arz eder. Türk toplumu uzun zamandan beridir komplo teorilerine batmış durumda. Fakat Amerikan karşıtlığının bugün vardığı nokta görülmemiş bir şeydir. Herhangi bir delil ortada yokken beni ve atelye çalışmasına katılan diğer katılımcıları hedef alan bu ithamlar, Washington’u suçlamak ve ABD’yi Bay Gülen’i sınır dışı etmeye zorlamak için yapılmış boş çabalardır. Belki de DEAŞ’a karşı savaşan Suriye Kürtlerine verilen desteği kesmeyi amaçlamaktadır.”
Sözlerine inkârla başlayıp kurnaz bir şekilde PKK desteğiyle bitiren Barkley’in yazısından akılda kalan ne? Ajax Operasyonu örneğindeki tipik bir CIA tavrı sadece. Ne yapacağız? ABD’deki Bilgi Edinme Yasası’nın hükmünü icra etmesi için İranlılar gibi bir 60 yıl da biz mi bekleyeceğiz?
Trump bile aynı fikirde
60 yıl beklemeye gerek yok. Zira CIA tarafından 2013 yılında kanun mucibince yapılan itirafın kamu vicdanında hiçbir vakit yeri olmadı. İranlılar da, diğer milletler de darbenin arkasında ABD ve İngiltere’nin olduğunu pekâlâ biliyorlardı. Aynen 15 Temmuz’da olduğu gibi. Dünya medyasını şöyle bir taradığımızda darbenin arkasında CIA’in dolayısıyla ABD’nin olduğunu herkesin bildiğini, dile getirmekten de çekinmediğini görebiliriz. Bizzat ABD Başkanı Trump’ın bile… Önce 15 Temmuz’a ilişkin ilk ifadelerine bir bakalım. Buyrun, darbeden bir hafta sonra, 21 Temmuz 2016 günü The New York Times gazetesinden David Sanger ve Maggie Haberman’ın o vakitler henüz Başkan adayı olan Trump ile söyleşisi.
Haberman: Geçen hafta Türkiye’deki darbe olaylarını yakından izleyebildiniz mi? Siz olsaydınız farklı ne yapardınız?
Trump: Darbe olmadı, darbe başarısız oldu ve gerçekten durumu lehine çevirme noktasında onun hakkını teslim etmem lazım.
Sanger: Erdoğan’ın mı?
Trump: Evet. Bazıları bunu bizzat Erdoğan’ın planladığını söylüyor. Bu konuda bir şey biliyor musunuz?
Sanger: Biz de böyle duyduk.
Trump: Ben öyle düşünmüyorum. Ancak darbeyi lehine çevirmesindeki becerisini takdir ediyorum. Biliyorsunuz, ilk saat her şey bitmiş gibi göründü. Sonra aniden inanılmaz bir şey oldu, sonuçta halk kazandı.
15 Temmuz hakkında böyle düşünen Trump, darbe girişiminden bir ay sonra 15 Ağustos’ta asıl bombayı patlatacaktı. Trump, tvitinde “Türkiye’deki başarısız darbe girişimine 13 CIA üst düzey görevlisinin yardımı olduğuna dair yeni bir kanıt ele geçirdim. İlerleyen günlerde isimleri ifşa edeceğim” diyordu.
CIA susturmayı iyi bilir
Tvitin ömrü fazla olmayacaktı. Zira Trump “ulusal güvenlik” konularına, mayınlı araziye girmişti ve “derin CIA” tarafından kulağı çekildi. İlginçtir, tvitin Trump tarafından silinmesiyle birlikte kimi çevreler sahte olduğuna dair söylentiler yaymaya çalışıyor ancak nedense Trump’a sormak kimsenin aklına gelmiyordu. Her konuda pervasızca konuşan Trump’ın böyle önemli bir konuda es geçilmesi tuhaf değil miydi? Trump’ın susturulduğunu, bu konuda bir daha konuşmayacağını birileri mi üflemişti yoksa kulaklarına?
Bir ilki başaralım
İran, Ajax Operasyonu’nu yapanları biliyordu ama hesabını soramadı. Biz de biliyoruz 15 Temmuz’un arkasında kimlerin olduğunu. İnkârları boşuna. Fuller ve Barkey, hatta onların çömezi Rubin gibilerinin Türkiye aleyhine faaliyetleri ortada. Saklamıyorlar ki zaten. PKK yardakçılığından FETÖ avukatlığına, ne ararsanız bunlarda. Dünyada bir ilki biz başaralım. CIA’nin adamlarını velev ki gıyabında olsun, yargılayalım ve mahkûm edelim. 15 Temmuz’da vatanı uğruna meydanlara koşanlar adına… CIA darbelerinden mustarip olmuş bütün mazlum halklar adına…